zm_ndd

Pazartesi

insanın hayatını şenlendiren, renklendiren, canlandıran bir varlığın; bunları yapmasa da sadece hayatında "var" olan birinin artık "yok" olması korkunç bir şey. bu bir hayvan da olabilir. ölümün bilgisine kısmen sahibiz. en azından yaşayan her canlının bir gün bir yerde bir şekilde öleceğini biliyoruz. ama bilgi duygulara etki edebilen bir unsur değil. evet ölümü biliyoruz ama "var"lığımızdan bir parça haline gelen öteki "var"lıklarımızn kaybı yinde her zaman aynı etkiyi yapıyor. insanoğlu ölüm karşısında aciz, geldiği seviye ne olursa olsun..
yazı masası, masasını canlandıran bir varlığı, kedisini kaybetmiş. sabır diliyorum. anlıyorum.

Cumartesi


dün gece uykum olmasına rağmen, muhtemelen uyayacağımı düşünerek, izlemeye başladım battle royale'yi. film öncesi edindiğim bilgilere dayanarak yoğun ve dehşet vahşet sahneleri göreceğimi sanıyordum. umduğum ya da sandığım olmadı aslında. belki bunda izlediğim versiyonun uncut versiyon olmamasının payı vardı belki de gerçekten de söylendiği kadar dehşet sahneler yoktu bilemiyorum. tarz olarak aklıma direkt das experiment'i getirdi. ama vahşet sahneleri ve gerilimse sözkonusu olan das experiment'le yarışacak düzeyde değildi. das experiment ciddi derecede germişti beni, hatta hayatımda izlediğim en iyi gerilim filmi diyebilirim.
bu filmde 42 japon öğrenci ıssızlaştırılmış bir adaya bir hoca(ki kendisi en bilinen filmi dolls olan bir yönetmen;Takeshi Kitano'dur) ve bir bölük asker eşliğinde getiriliyorlar, yapmaları gereken hayatta kalmak ama bunun için birbirilerini öldürmeleri gerekiyor. çünkü sadece bir kişi hayatta kalacak. ya da hayatta kalan 1'den fazlaysa hepsi ölecek. hepsinin boynunda yerlerinin ve konuşmalarının algılanmasını sağlayan kolyeleri var. bu kolyeler onların uzaktan kumandayla öldürülmesini de sağlıyor ayrıca. tabii filmdeki çocukların hepsi aynı sınıfın öğrencileri; dolayısıyla hepsi arkadaş. 3 günleri var.
konu güzel, film iyi diye başlıyorsunuz izlemeye ama özellikle finale geldiğinizde filmin eksiklikleri ve rahatsız edici yanları çıkıyor su yüzüne. kurguda eksiklik çoktu bence. havada kalan yerler oldukça fazlaydı. saçma tarafları çoktu. yine de izlenebilir, izlenmesi vakit kaybı olmayacak bir filmdi. filmin ikincisi de çekildi; ikincisini izlemedim. ancak okuduğum kadarıyla ilkiyle pek alakası olmayan, başarı açısından bakıldığında ilki kadar bile olamayan kötü bir filmmiş. ilk filmin zaten pek de başarılı olmayan yönetmeninin ömrü yetmeyince ikincisini oğlu tamamlamış. bu da filmi daha berbat hale getirmiş.
sonuç olarak battle royale'yi izleyin yine de derim. ikinciyi boşverin.

nasıl olsa hiç paylaşılmıyor

şu ana milyarlarca acının sığabilmesini aklım almıyor. ya da milyarlarca sevincin. ve milyarlarca yaşamın.. ben burada tuşlara basarken birileri işkence görüyor, birileri trafik kazası geçiriyor. (hatta ben bu posta başlarken kaza olasılığı aklına bile gelmeyen birçok insan şu anda kazayı atlatmış ya da maalesef atlatamamış durumda.) yine bu anda sürüyle bebek doğuyor, kimisi ölü doğuyor, kimisi sakat doğuyor. bir sürü düğün oluyor şu an, bir sürü cenaze töreni. insanların bir kısmı denize giriyor, bir kısmı kar altında donuyor. tüm bunlar benim bu yazıyı yazdığım süre boyunca bile değil ilk başladığım anda oluveriyor. oluverme potansiyeline sahip bir dünyada yaşıyoruz. tüm bunları aklım almıyor. algılayamıyorum. insanlar çok zor şeyler yaşıyor, tek tek bilme imkanınız olsa dayanamayacağınız şeyler yaşanıyor dünyada. ama habersizlik etkisizliği getiriyor. haberlilik bile yeterli etkiyi sağlayamıyor ki. kimse kimsenin acısını anlayamıyor. çünkü kimse başkasını kendisiymiş gibi hissedemiyor. bu böyle. kimsenin suçu değil, böyle. nasıl da cuk oturan bir söz: "Ateş düştüğü yeri yakar." yanmıyorken yanmayı ne kadar anlayabilirsiniz ki, ne kadar üzülebilirsiniz yanan için? hem üzülseniz ne olur? ateş sadece düştüğü yeri yakıyor. her insan yalnız.

Cuma

dönüm

geriye dönüp baktığında hiçbirşey görmemeli insan.

pijamanın piti piti kareleri üzerinde sek sek sekerek düşüncelerini serperek oradan yere silkerek üstünde gezinerek ezilmeyeni silerek silinmeyene söverek piti piti pense elmamı yese arkadaşım sekiz arkasını dönse.

geriye dönmemeli insan.

Perşembe

bir ayraç da buraya...


bu kitap 1999 yılında, doğum günümde hediye edilmişti. tam 6 yıl olmuş. o zamandan beri sürünüyor elimde. keşke elimde süründüğü bu zaman zarfında dilimde ve beynimde de sürünebilseydi.
garip bir şekilde okutmadı kendini. okuyamadım niyeyse. yok yok alsında biliyorum niye olduğunu; çevirisini sevmedim ben bu kitabın. çeviri size uymuyorsa boşa gidiyor işte koca kitap. halbuki okumayı çok istemiştim. yine de bir süre sonra alıyorsunuz işte elinize, yaw ben bu kitabı niye okumadım ki deyip. insanoğlu çabuk unutuyor herşeyi. en çabuk da acılarını unutuyor aslında ya konumuz değil bu. tekrardan okumaya başlayınca hatırlıyorsunuz bu kitabın nasıl olup da okunmadan kalabilmiş olduğunu. sonra yine aynı şeyler işte 6 yıl boyunca... neyse, okumuşum 20-30 sayfa kendimi kasa kasa, bari en elle tutulur kısmından ayraç koyayım bir yerine. buyrun:

"...kent de bunun için vardır (insanoğlunun hiçbir zaman yitip gitmemesi için); her köşesi gelişmiş bir kayıp bürosu olan bu kentte insanoğlu acı çekebilir, ölebilir, ama istese bile yitip gitmez; çünkü bin, onbin, yüzbin çift göz onu sınıflandırır ve yerine yerleştirir, onu tanır ve kucaklar, ona bir kimlik verir ve onu kurtarır; tam yitip gittiğini sandığı anda kendi doğal yerinde bulunmasını sağlar; cezaevinde, kimsesizler yurdunda, karakolda, akıl hastanesinde, acil servis ameliyathanesinde; insanoğlu artık -buralarda- halktan değildir... "

Luis Martin-Santos
Sessizlik Zamanı
YKY Kazım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi

Çarşamba

kuş beyinlilik ve çocuklar

soruyor sunucu 77 yaşındaki karadenizli teyzeye:
-Teyze benim adımı biliyor musun?
Teyze cevap veriyor:
-Nerden bileceğuuuum!

Aylardır televizyon izlemiyordum. Dün gece alakasız bir şekilde bir yere takıldım ve sonra dur bakayım dedim ekranlar bıraktığım gibi mi... belirgin bir Kazım Koyuncu hakimiyeti vardı fonlarda. nerdeyse tüm kanallarda fon müziği olarak Kazım Koyuncu'nun kah neşeli kah hüzünlü (programın akışına göre tabi) ezgileri duyuluyordu. yüzümü buruşturdum, canım sıkıldı bu ayağa düşürülmüşlüğe. karadenizi görünce bir kanalda dayanamadım, görüntü uzungöl'e aitti. ve bir de sunucu; yerli turistlere soruyor ne marka bilmem ne (mesela şampuan) kullanıyorsunuz, her ne hikmetse hepsinden de aynı cevabı alıyor ve aa ne tesadüf aynı markanın ürünlerini(mesela jöle) hediye ediyor yurdumun turist sıfatına arada sırada da olsa sahip olabilen insanlarına. sonra biraz daha yukarılara çıkıyor. hani gezen değil de çalışan kesimin olduğu, büyük şehir yüzü görmemiş büyük şehir ne kelime şehir yüzü görmemiş insanlarının olduğu köylere, yaylalara doğru. Aynen yukarıdaki gibi jölelenmiş saçları, daracık kotu ve "body"si, uuupuzun burunlu pasparlayan kunduralarıyla. e tabi güneş gözlüğünü de unutmamış. yukarıda alıntıladığım cümlelerin de içinde geçtiği sohbetler yapıyor yöre insanlarıyla. derken reklam arası veriliyor programda. fragmanlarda bizim by-kuş, tünemiş sivri bir kayanın tepesine; mesela bembeyaz ve daracık cicileriyle, imajının bir parçası olan güneş gözlükleriyle, "karizmasının cazibesinden" asla kurtulamayacağımız pozlar veriyor kollarını iki yana açarak. görüntü değişiyor, aynı tarz kıyafetlerle bu kez antik bir şehir kalıntısında iki sütunun arasında havalanmaya hazır bir kuş edasıyla pozlar veriyor. gözlüğünün sağından solundan bizlere fırlattığı yakıcı bakışlar da cabası tabii. yapma baykuş, yakma onlarca genç kızın canını a baykuş. neyse bu görüntülerle ıyyy olduktan sonra program devam ediyor. buna demişler ki buralarda tam senlik malzeme var, hani sırf ha ha hi hi olmaz, azıcık da ağlatmak lazım insanları.. çocuklar da en güzel malzeme, gel de bi çek bunları. bu da gitmiş, bulmuş çocukları konuşuyor onlarla. çocukların hikayesi şu;
Maddi durumları oldukça kötü, bunun sıkıntısını fazlasıyla hissediyorlar ve buna kendilerince bir çözüm arayışına girmişler. 3-4 yıldır, bozuk olan yayla yollarını onarıyorlar ellerinden geldiğince. yani oluşan çukurlara toprak doldurarak, oradan geçenlerin daha konforlu bir yolculuk yapmasını sağlıyorlar. bunun karşılığında ise para istiyorlar, ne verilirse artık. bizim kuş bu çocuklarla konuşuyor ama amacı gözyaşlarını çalmak ve satmak onları. ağlatmak için uğraşıyor; aynı soruları soruyor defalarca.. babanın durumu kötü mü, sen niye bunu yapıyorsun; ne almak istiyorsun; kıyafetin yok mu; burdan geçerken para veriyorlar mı; bu yaptığın doğru bir şey mi? bu sorulara önce kendini tutmaya çalışarak cevap veren çocukların herbiri sıra kendisine geldiğinde ağlıyor sonunda. bizim kuş adam sırıtarak dönüyor kameraya her bir cevaptan/ya da gözyaşından sonra: bakın, işte bu çocuklar bisiklet almak için bunu yapıyor, bakın bunlar kıyafet almak için bunu yapıyor... çocuklar ağlıyor fonda, bay kuş sırıtarak haberini makyajlıyor önde. ve tabii kuru bir vedayla ayrılıyor çocuklardan; yanındaki jöleleri hediye edecek değil ya.

Cuma

bbc türkçede bir kelime bulma oyunu var. verilen çeşitli ingilizce kelimeleri karışık harflerden oluşan bir tabloda bulup çiziyorsunuz. amaç kelime dağarcığınıza katkıda bulunmak. bugün farkettim ilk kez. ve bir şey daha farkettim, kelimeler özellikle belli bir gündem dahilinde seçilmiş kelimelerdi. oyun için kelime seçerken nasıl bir politika izliyorlar bilmiyorum zira dediğim gibi ilk kez oynadığım için gözlem sahibi değilim bu konuda. ancak "gündem" derken bilinçaltımıza oynamak yoluyla oluşturulmaya çalışılan “yapay” gündemlerden bahsediyorum. bugünkü kelimelerden ikisi şöyle mesela: headscarf ve hijab. yani başörtüsü ve örtünme. ha bir de ırak, monarşi gibi kelimeler de var. bilmiyorum artık paranoyak bir toplum haline geldiğimizden mi bu "kıl kapmam" yoksa paranoya değil mi tüm bu yaşananlar. hem zaten "Paranoyak olman takip edilmediğin anlamına gelmez."