zm_ndd

Salı

filantropica "Uzattığınız el bir hikaye anlatmıyorsa..."

herkesin bir hikâyesi var tabii, ancak nasıl anlattığın önemli. eğer dişe dokunur bir hikâyen yoksa, nasıl kurduğun önemli.

hikâyeyi anlatan bir kişidir ama hikâyenin onu oynayan pek çok insanla dolu olması kuvvetli bir olasılıktır. kurmacanın tahmin edemeyeceğimiz sınırları eklenen her yeni kişiyle biraz daha büyür.
görebildiklerimiz nerede hoşçakal der gerçeğe ve nerede başlar işlenmemiş öykünün kendini kurmacanın sularına bıraktığı ağız bilemeyiz çoğu zaman.


Filmden;

"İnsandaki şefkat duygusunu tetikleyen
gizemli küçük makina nedir acaba?

Söyleyeyim: Hikâyedir."

- iyi bir öyküye benziyor sessizliğinde yüzün

Etiketler: ,

bir şiir yazılırken

edip cansever

IV

Görmediğimiz bir yanı da yaşamın
Onun dile geçme tutkusu

Senden mi başlasam – bilmem ki – dumanından mı yanık otların
Sonbaharın kenarındaki
Bir çığlık gibi gelişirken gün – yazmalı gecikmeden –
Yorgun ve özür dileyerek bitecek çünkü.

Olağanüstü bir çakıl – cam kâsenin içinde –
Bütün biçimlerle uyumlu – yumuşak, dingin –
Yontucu olsam çakılla başlardım işe ben
Büyütmek için yalınlığı – ve abartmak için –

Koyuyor sözcüklerini önüme
Bir sokak feneri – yanmakta olan güpegündüz –
Ve söylenip duruyor boş arsada bir kadın
Ev yıkıldı eylül yok.

Olmadı, olmayacak da
İşte.. kırık taşlar gibi bir anlatım!
Üstelik teker teker düşüyorlar yere, kayboluyorlar.

Gün alışmadı bana
Geri verdim sözcüklerimi çaresiz
Çok yalancıyım bugün, onlar da.

Etiketler:

Pazartesi

waking life


gerçekliğe ulaşmaya çabalarken habire içine uyanıp durduğumuz rüyalar, gerçeğin ta kendisidir belki.

richard linklater'ın, yoğun diyaloglarla dokunmuş filmlere imza atmayı sevdiğini "tape" ve "before sunset"den sonra bu kez de "waking life"ta gördüm. waking life daha çok okunacak bir kitap gibi. rüyalara, gerçeğe, gerçekliğe, zamana, varoluşa dair değiniler ve sorgulamalarla dolu. hiçbir satırını kaçırmamak gerekiyor.

Filmden:
"Ve bence dil de buradan doğdu. Yani, yalıtılmışlığımızı aşma arzusundan ve bir başkasıyla bir çeşit bağlantı kurma durumundan.
Sadece bir hayatta kalma sorunu olsaydı kolay olurdu.
Bilirsin işte, "Su" dediğimizde bir ses çıkarırız. Ya da "Sivri dişli kaplan arkanda"dediğimizde yine bir ses çıkarırız.
Ama galiba gerçekten de ilginç olan şu: yaşadığımız tüm soyut ve kavranamaz şeylerde iletişim kurmak için aynı simgeler sistemini kullanıyoruz. Ne demek "hayal kırıklığı", "öfke" ya da "aşk"? "Aşk" dediğimde ses ağzımdan çıkar... sonra diğer kişinin kulağına çarpar, beyninin kıvrımlı kanallarında yolculuğunu yapar... yani, sevginin bulunduğu ya da bulunmadığı anılardan geçerek, dediğimi kaydederler, sonra 'evet' derler, anlamışlardır.
Peki ama anladıklarını nasıl bilebilirim? Çünkü sözcükler uyuşuktur. Sadece simgedirler. Ölüdürler, anlıyor musun?
Ve deneyimlerimiz o kadar kavranamazdır ki. Algıladığımız pek çok şey anlatılamaz. Dile getirilemez.
Dahası, yani, biz bir başkasıyla iletişim kurduğumuzda, ve biz.. bağlantı kurduğumuzu hissettiğimizde, anlaşıldığımızı düşündüğümüzde, zannedersem manevi bir birlik hissetmiş oluruz. Ve bu duygu geçici olabilir ama galiba bunun için yaşıyoruz."

"Sürekli olarak söylediğin bir şeyi düşünüyorum.
- Bir şey mi söylemiştim?
- Evet. Hayatını gözlemlerken ne hissettiğine dair.. ölmekte olan yaşlı bir kadının bakış açısından. - Anımsadın mı?
- Evet, hâlâ da öyle hissederim bazen. Geride kalmış olan hayatıma bakarmışım gibi. Uyandığım hayat onun anılarıymış gibi.
- Kesinlikle. Duydum ki Tim Leary ölürken bedeninin öldüğü ama beyninin hâlâ yaşadığı ana baktığını söylemiş. Herşey bittikten, 6 dakikadan 12 dakika sonraya kadar beynin etkinliklerinin sürdüğünü söylüyorlar. Ve 1 saniyelik rüya bilinci de, uyanıkkenkinden sonsuzluk kadar uzundur. Ne dediğimi anladın mı?
- Evet, kesinlikle. Örneğin uyandığımda10:12 ise ve sonra yeniden uyuyup uzun, karmaşık saatler süren güzel rüyalar görsem uyandığımda sadece 10:13 oluyor.
- Aynen. Böylece bu 6-12 dakikalık beyin etkinliği senin bütün hayatın olabilir. Yani sen şu her şeyin üzerinden geriye bakan yaşlı kadınsın."

Etiketler:

Cuma

seom ve ardından birkaç cümle

aşkın bürünebileceği hâllerden bahsediyor genelde kim ki duk. insanın elbet "bir şekilde" yaşadığı aşkın ihtiyaç'lığından. aşkın nesnesine muhtaç olunmaktan. bu muhtaçlığın büyüttüğü hırs ve tutkudan, elde etme güdüsünden.. sahip olmak ve sahip olunmak isteğinden...
aşkın hayvani yönünün ağır bastığı şüphe götürmez zannımca. hele ki insanın gözünü döndürüp ne ettiğini bilmez hâllere düşürdüğünü gözlemledikçe. en yontulmuşundan en kaba sabasına, gün yüzü görmüşünden karanlıktan çıkamamışına neredeyse aynı etkileri sonuçlar aşk.
ağırbaşlı-sessiz-sakin erkek kahramanın minik kafesiyle beraber yanında taşıdığı minicik kuşu sahiplenişi aşkın bir tezahürü, ufak bir yansımasıdır aslında. sahip olamadığı bir sevgilinin yerini tutmasa da bu ihtiyacı doyuracak ufak bir lokmadır. tutku, hırçın ve sessiz kadın kahramanla devreye girdiğinde oyundan çıkacaktır kuş kafesi. tutku aşkın en tehlikeli hâli, ikilinin tutkudan nasibini almamış ya da daha az almış olanı için itici-l yanıdır.
elinde bir olta varsa insanın, bununla avladığı bir balığın yanısıra kendi hayatı da olabilecektir bir gün. oysa aşk varsa oyunun içinde, olta aşkın kullandığı bir silaha dönüşür. acıtarak avlayan aşktır aslında, hayır tutkudur. dindiremeyeceğini gördüğünde duyduğun acı, hangi acıdan daha zayıf olabilir ki. acıyı acıyla bastırmaya çalışırsın. oltayı kendine atarsın. kancalar vücudunu kanatır. acı, acıyı susturur. ve elbette herşey "ben"cildir; tüm uğraşılar ben'i doyurmak adına verilir. aşk da hikâyedir ben'in kendine anlatıp avunduğu.
"sonunda insan arzularını sever; arzuladıklarını değil." nietzsche

Etiketler: ,

hate

99 yılında izlediğim bir film vardı: "Protesto"
sonra bir de, 2001'den beri yana yakıla aradığım bir film vardı: "la Haine"

filmi buldum. az önce izlemeye teşebbüs ettiğimde la haine ve protestonun aynı film olduğunu farkettim. filmin adının türkçe karşılığının nefret olması ve beni yanıltanın başta bu kabul olduğunu kendime hatırlatmam da fayda etmedi: bazen inanılmaz derecede aptal olabiliyorum. bazen.

Etiketler: ,

Salı

"know Im not there"

dışarı çıkmaya karar verdiğimde, ya da evdeyken dışarı çıkmak için çıldırırken yapabileceğim öyle çok şey olduğunu düşünüyordum ki. çıktım. sokağa adım atar atmaz değişti dünya. İçerdeyken varlığına dâhil olmak için can attığım dünyaya ayak basar basmaz yine o aidiyet yitimiyle burun burunaydım. katılamadım. yabancı mı yabancı kalıverdim ortasında sokağın. gidecek hiçbiryer yoktu. arayacak hiçkimse.. eve geri dönmeyi de yediremedim kendime. bir banka zor attım kendimi. en yakındaki en uygun banka. o an o dünya üzerinde bana ait olan tek yere. oturdum ve katılamadığım oyuna izleyici oldum. ta ki eve ulaşana dek geçeceğim yol boyunca katılmak zorunda olduğum sahneye kendimi hazırlayana dek. yol için gücümü topladığıma kanaat getirince kalktım. benim gibi bir bank sahibi varsa bir bankta, ben de onun için oyunun bir parçasıyım şimdi.

Etiketler:

geçmiş 2 post'a dair

insanın korkunçluğundan dem vurduğum son posta o günden beri iliştirmeye niyetlendiğim fakat tembelliğin verdiği üşengeçlikle – ya da üşengeçliğin verdiği tembellikle- bir türlü ekleyemediğim bir not; mononoke hime ya da prenses mononoke. bu film de -aslında miyazaki’nin filmlerinin çoğunda olduğu gibi- insanın korkunçluğu iddiasını ortaya koyar kendi nedenleriyle.

birkaç post önce allah’ın, insana kaldırabileceğinden fazlasını yüklemeyeceği vaadinden bahsetmiş ve buna güvenerek demek ki hâlâ taşıyabilirim yükümü demiştim. sonra birden olaya bakışım köklü bir değişikliğe uğradı. evet allah’ın böyle bir sözü var; insana taşıyabileceğinden fazlasını yüklemeyecek ama ya insansa bu yükü yüklenen. İnsan kendisi giriyorsa kaldıramayacağı bir yükün altına. ya da üstüne yıkılacağını bile bile giriyorsa bir viraneye.
demek oluyor ki, insan kaldıramayacağı bir yüke sahip olabilir, buna engel değildir bakara’da ve kuran’ın daha başka yerlerinde geçen söz konusu mealdeki ayetler.

Etiketler: ,