zm_ndd

Salı

kaldığım yerden devam edersem..

zaman metinleri'nde en son ursula k. leguin'in bir öyküsüne yer vermiş ve bunun aklıma geliş ve bloga aktarılış sebebi olarak da, yine zaman metinleri'nin son demlerinde yayımladığım, melih cevdet'in "öğle uykusundan uyanırken"inde geçen bir cümleyi göstermiştim: "Hayvanların en büyük korkusu insan olmaktır."

evet, bu cümle aklıma hemen ursula k. leguin'in sevdiğim bu öyküsünü getirmişti. e tabii konuyla ilgisini de kurarak bahanemi hazırladıktan sonra öyküye yer verebilirdim. şimdiki bahanem ise görüldüğü gibi, kaldığım yerden devam etmek... öykü yine huzurlarınızda...

Kadın kocasını anlatıyor

iyi bir koca, iyi bir babaydı. Anlamıyorum, inanmıyorum. Gerçek olduğuna inanamıyorum. Gözlerimle gördüm, ama gerçek olamaz. Her zaman çok ince biriydi. Onu çocuklarla oynarken görseydiniz bir kez; onu çocuklarla oynarken gören hiç kimse onda kötülük olduğuna; en ufak bir şey olduğuna inanamazdı. Onunla ilk karşılaştığımda Kaynak Gölü'nün karşı yakasında, annesiyle birlikte yaşıyordu; onları, anne ve oğul sık sık görür, ailesiyle bu kadar iyi geçinen bu genç adamın tanımaya değer biri olduğunu düşünürdüm. Sonra bir keresinde ormanda tek başıma yürürken avdan geldiğini gördüm. Bir şey yakalayamamıştı, tek bir tarla faresi bile, ama bu moralini bozmamıştı. Sabah havasının tadını çıka­rarak geziniyordu. En hoşlandığım yanlarından ilki bu oldu. Hiçbir şeyi fazla takmıyor, işler istediği gibi gitmedi diye hırıldanıp homurdanmıyordu. Böylece konuşmaya başladık. Ve bundan sonra her şey yolunda gitti herhalde ki kısa süre sonra buradan ayrılmaz olmuştu. Ve kız kardeşim şey dedi - bu arada annemle babam evvelki yıl güneye göçüp burasını bize bırakmışlardı- kızkardeşim biraz sitemli ama ciddi "Pekâlâ, her gün gece yarısına kadar burada kalacaksa bana yer yok sanırım!» dedi. Ve gitti. Çekip gitti. Birbirimize hep yakındık, kız kardeşim ve ben. Bu hiç değişmedi. Zor zamanda onsuz yapamazdım.
Böylece, o buraya gelip benimle yaşamaya başladı. Bütün söyleyebileceğim şu, hayatımın en mutlu yılıydı. Bana karşı o kadar iyiydi ki. Çok çalışkandı. Hiç tembellik etmezdi, iriyarıydı, yakışıklıydı. Herkes ona bakakalırdı, eee öyle gencecik birine kim bakmaz ki? Gece toplantılarında, hep ona şarkı söyletirlerdi. Öylesine güzeldi sesi; güçlü bir şekilde şarkıyı başlatır, diğerleri ince ve kalın seslerle ona katılırlardı. Şimdi düşününce tüylerim diken diken oluyor, çocuklar daha küçükken toplantılara katılamadığım zamanlarda, ağaçların arasından bana ulaşan sesi ve ay ışığı, yaz; geceleri, parlayan dolunay. O kadar güzel bir şey duyamayacağım bir daha. Böyle bir coşkuyu tanımayacağım hiç.
Ay yüzündenmiş, öyle diyorlar. Ay yüzünden, bir de kan. Ba­basının kanında varmış. Babasını hiç tanımadım, kimbilir ne ol­muştur şimdi? Beyazsu taraflarından geliyordu, buralarda hiç akra­bası yoktu. Hep oraya geri döndüğünü düşünürdüm, ama şimdi bilemiyorum. Kocamın başına gelenlerden sonra onun lafı çok geçti. Hakkında hikâyeler anlattılar. Kanındaki bir şeymiş, öyle di­yorlar, hiçbir şey çıkmayabilirmiş, çıkarsa da ayın halleri yüzün­den çıkarmış. Hep, ay karardığında olurmuş. Herkes evine gitmiş uyurken. Kanındaki lanetten gelen bir şeymiş, öyle diyorlar ve uyuyamadığı için ayağa kalkar yakıcı güneşe doğru gidermiş, her zaman tek başına -kendi gibileri bulmak için diyorlar.
Öyle de olabilir gerçekten. Çünkü kocam yapardı bunu. Doğrulup sorardım, "Nereye gidiyorsun" ve o da cevap verirdi, "Haa, şeye, ava, akşama gelirim", başka biri gibi olurdu, sesi bile farklı gelirdi. Ama çok uykum olurdu, çocukları uyandırmak istemezdim, o da o kadar iyi ve sorumluluk sahibi biriydi ki "Neden?", "Nereye" falan diye sormak hiç aklımın ucundan geçmezdi.
Yani, bilemedin üç veya dört kez oldu. geç saatte bitkin bir şekilde gelirdi ve onun kadar iyi huylu birinden beklenmeyecek kadar aksi
olurdu; iki çift laf etmek bile istemezdi. Herkes arada bir aksileşir, bu zamanlarda da üstüne üstüne gitmek işe yaramaz diye düşünüyordum. Ama beni endişelendirmeye başlamıştı. Gitmesi değil, öyle yorgun ve garip bir halde gelmesi. Kokusu bile garip oluyordu. Tüylerim ürperdi. Dayanamayıp söyledim, "Bu ne, bu kokular? Her yanını sarmış!" O da dedi ki 'Bilmiyorum" böyle kestirip attı ve uyur gibi yaptı. Ama benim fark etmediğimi düşündüğü bir sırada kalkıp iyice yıkandı. Ama o kokular günlerce tüylerinden çıkmadı ve yatağımıza bile sindi.
Sonra da o korkunç şey. Nasıl anlatmalı, bilemiyorum. Aklıma gelince ağlamak geliyor içimden, En küçük yavrumuz, küçük bebeğim babasından birdenbire uzaklaştı. Bir gecede. O geldiğinde korkudan donakalıp şöyle bir baktı, sonra ağlamaya başladı ve ar­kama saklandı. Daha tam konuşamıyordu, ama sürekli "Gönder şunu, gönder şunu" deyip duruyordu.
Bunu işittiği zaman gözlerindeki o bir anlık bakış. Asla hatırlamak istemediğim bir şey bu. Unutamadığım bir şey. Kendi çocuğuna bakarken gözlerinin aldığı o ifade.
Çocuğa döndüm, "Çok ayıp, ne oldu sana!" diye azarladım onu, ama bir yandan da sımsıkı tutuyordum, çünkü ben de korkmuştum. Korkudan tir tir titriyordum.
0 da o zaman uzaklara bakıp "Herhalde kötü bir rüya gördü" gibisinden bir şeyler söyledi ve öyle geçiştirdi. Ya da öyle yapma­ya çalıştı. Ben de öyle. Ve babasından korkup deliye dönen bebeği­me gerçekten sinirlendim. Ama elinden başka bir şey gelmiyordu ve ben de onu değiştiremezdim.
Bütün gün bizden uzak durdu. Çünkü biliyordu sanırım, ayın kararması başlamak üzereydi.
İçerisi sıcak ve kapalıydı ve karanlıktı, hepimiz uyuyakalmış­tık, derken bir şey beni uyandırdı. Yanımda değildi. Girişten hafif bir gürültü geldi, kulak verdim. Ben de kalktım, çünkü dayanamıyordum artık. Girişe doğru gittim, orada ışık vardı, kapıdan gelen keskin güneş ışığı. Ve onu gördüm, dışarıda girişteki uzun çimenlerin yanında duruyordu. Başı o yana bu yana sallanıyordu. Derken oturdu, yorgun düşmüş gibiydi ve ayaklarına baktı. Kımıldamadan içeride durup onu seyrediyordum, neden bilmiyorum.
Ve neye baktığını gördüm. Değişimi gördüm. Önce ayakların­dan başladı. Uzuyorlardı, her bir ayağı uzadı, gerildi, başparmağı geriliyor, ayakları uzuyordu, etli ve beyaz, üzerlerinde hiç tüy yoktu.
Tüyleri tüm vücudundan dökülmeye başladı. Hepsi güneşte kuruyup gitmiş gibiydi. Baştan aşağı bembeyazdı, tıpkı bir solucanın derisi gibi. Ve yüzünü çevirdi. Ben bakarken o da değişiyordu. Düz­leşti, daha da düzleşti, ağzı düz ve genişti ve dişleri, düz ve bir örnek kulakları gitti, gözleri mavileşti - mavi, çevresinde beyaz halkalar olan bir mavi- o düz, yumuşak, beyaz suratıyla bana bakıyordu. Sonra iki ayağı üzerine dikildi. Onu gördüm, onu, aşkımı o iğrenç yaratığa dönüşürken gör­düm.
Kımıldayamıyordum, ama orada, girişte durmuş gün ışığına ba­karak kalakalmış tir tir titriyordum, çılgın, korkunç bir ulumaya dönüşen homurtu kopardım. Acılı bir uluma, bir korku uluması, bir çağrı uluması. Ve diğerleri de işitti, uyuyanlar bile uyandı.
Kocamın dönüştüğü o şey gözlerini dikip, uzun uzun baktı ve yüzünü evimizin girişine doğru uzattı. Ölüm korkusuyla donup kalmıştım, ama arkamda çocuklar uyanmıştı, bebek inliyordu. An­nelik öfkem kabardı birden, homurdanıp biraz ileri çıktım.
İnsan-şey etrafına bakmıyordu. İnsan yerlerinden gelenler gibi silahı yoktu. Ama uzun beyaz ayağı ile ağır bir dal parçasını yaka­lamış, ucunu evimize, üstüme doğru tutuyordu. Dalın ucuna dişle­rimi geçirdim ve zorlamaya başladım, çünkü insanın fırsatını bu­lursa çocuklarımızı öldüreceğini biliyordum. Ama o sırada kız kardeşim geliyordu. Başını eğerek kızgın güneşi gibi sarı gözleriy­le insanın üstüne doğru koştuğunu gördüm. İnsan ona doğru dönüp vurmak için dalı kaldırdı. Ama annelik öfkesiyle kapıdan fırladım; ötekiler de çağrımı duymuş geliyorlardı, bütün bir takım orada, kör edici aydınlıkta ve öğle güneşinin sıcağında bir araya gelmiştik.
İnsan bizlere baktı, yüksek sesle bağırdı ve tuttuğu dal parça­sını sallamaya başladı. Sonra korkuya kapılıp dağın aşağı tarafın­daki boş tarlalara ve ekim alanlarına doğru kaçmaya başladı. İki ayağı üzerinde sıçrayarak ve sallanarak koşuyordu ve biz de pe­şinden gittik.
En arkadan ben gidiyordum, çünkü aşkım, hala içimdeki öfke ve korkuyu engelliyordu. Koşarken onu yere devirdiklerini gör­düm. Kızkardeşimin dişleri gırtlağındaydı. Oraya gittiğimde öl­müştü. Diğerleri kanın tadı ve kokusu yüzünden ölünün yanından uzaklaşıyordu. Gençler korkuyla sinmiş ve bazıları ağlıyordu ve kız kardeşim ağzındaki tadı silmek için ağzını önayaklarına sürüp duruyordu. Yanına gittim, çünkü o şey ölünce büyünün, lanetin bo­zulacağını, kocamın -ölü veya diri- geri geleceğini düşünüyor­dum. Tek istediğim onu, gerçek aşkımı hakiki biçimiyle, tüm gü­zelliğiyle görmekti. Ama orada yatan yalnızca beyaz, kanlı, ölü bir insandı. Geri çekildik, çekildik, döndük ve tepelere, gölgeli orma­na, alacakaranlığa, güzelim karanlığa doğru kaçtık.

Etiketler: