zm_ndd

Cumartesi

"büyük bahçelerin küçük içinde..."e.c.

Hilmi yavuz’un bir kitabı vardı: Fehmi k. nın acayip serüvenleri.. Joseph k. ile gregor samsa karışımı bir adamın başına gelenler.. Dün elimde tahta bir kaşık, vanilyalı kremanın kıvamının tuttu tutmadı arasında yaptığı gelgitlerle gelip gitmekte ve gerilmekteyken; kimbilir nerede bir açık bulup girdi beynimin en kıvamsız yerine. Hikâyeyi hatırlamaya çalıştım, bir taraftan kremayı sertleştirmek için denemeler yapıp tutmamış işte diye söylenirken. Fehmi k. nın aşık olduğu bir kız vardı tamam, bir de gıcık olduğu bir arkadaşı vardı; aşık olduğu hatunu ayartmaya çalışan (galiba). hikâye mühim değil de iyi laflar dönüyordu kitabın yumuşak saman yapraklarında.
/Kitabın kapağı bu düşünüş esnasında sürekli gözümün önündedir takdir edersiniz ki,
kitabın olay anında aklıma gelmesinden ve şimdi de bu olaydan bahsetmeye başlayışımdan itibaren kitap benim için kapağından müteşekkil bir nesnedir. Size bahsederken bilmeyenler için cisimleşemeyen ya da orijinaline uygun cisimleşemeyen bu kitabın orijinal resmi benim zihnimdedir. -Yeşil sarı ve beyaz var bu resimde. Bir de dalgalanmış kalınlı inceli çizgiler. Sonra bir kısmı düz beyaz. Üzerindeyse resim yok sadece kitabın ve yazarının adı yer almakta. Hilmi yavuz. Fehmi k. nın acayip serüvenleri. Bir de yayınevi: AFA. Afa’nın o dönem kitapları zaten hep aynı kapağa sahiptir; renkler ve isimler değişir./
Afa deyince aklıma hemen kelepir gelir. Konur sokak. Kelepir kitabevi. Of ne çok kitap almıştık kelepirden. Ankara’da vardı da diğer şehirlerde var mıydı bilmiyorum. Upucuz kitaplar olurdu kelepirde. Dergilerin eski sayıları falan.. Çok Afa kitabı olurdu, 6 45 ler de epey vardı hani. Hobbit’i oradan almıştım mesela. Butor’un bir kitabı yine 6 45’ten. Oktay Akballar vardı, Leyla Erbiller, Jale Sancak, Boris Vian, Brecht, Pavese, Svevo, V. Woolf vs vs. aklıma gelmeyen niceleri. Konur sokağın üst tarafındaydı bu kelepir. Bir de bahçeli 7. cd de vardı bir kelepir ama oraya hiç girmedim galiba. Sonra yavaş yavaş gözden kaybolarak, bir gemi misali ağır ağır, yok oldu kelepir. Bana öyle geldi. Vardı ve yok oluyordu ve ben görüyordum bu gidişi sanki. Ani olmadı yani. Bir anda gitmedi.
Kelepir vardı eskiden Ankara’da. Sene 1900lerin sonu. 2000lerin başı.
-Girişte sağdaki raflarda uzun uzun kaldığımı hatırladım-
Şimdi kitapçı deyip de dosta imgeye atlanmaz mı? Böyle cıstak cıstak yerler değildi ki oralar eskiden. Kitap kokardı, taksit yapardı. Şimdi her yerde taksitiniz hazır. Ha bir de türkiş pasajımız vardı. Öyle dostla imgeyle falan baş edemezdi onlar. Bir pasajın içine tıkışmış üç beş kitapevi. Camekân önlerinde yere yakınca raflara dizilmiş kitaplar olurdu, yatırılmış hatta. Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş dergiler olurdu. Şimdilerde az buçuk isim yapmış; o zaman hiç duyulmamış yazarları şairleri olurdu o dergilerin. Tüm dergiler her ay olmasa da alınırdı, kimine öykü gönderilirdi kimine şiir. Bir daktilo edinmek de pek sükseliydi canım. Yoksa da, el konmuş bir daktilo olurdu evin bir köşesinde-hala el çekilmiş değil üzerinden- sene ya 95 ya 96’ydı. 1900’lerin sonu yani. Henüz Adilhan açılmamış biz kitap satmaya başlamamıştık. Henüz kitap fuarlarına satıcı olmamıştık. Kitap fuarı deyince pek fakirdir Ankara kitap fuarları açısından. Bir ara dtcf’de oluyordu, bir sene Altınpark’ta tüyap fuarı oldu falan ama pek de içaçıcı organizasyonlar olmadı. Sonra zafer çarşısının sergi salonunda kitap fuarı oldu birkaç defa. İstanbul tüyap kitap fuarına çok özeniriz işte bu eksikliğimiz yüzünden. 97 yılında sanırım, adilhan kitapçılar çarşısı açıldı. 2. el kitapların çoğunlukta olduğu bir çarşı.. Şimdilerde ayağımı kestim ama pek tadı tuzu kalmamış oranın da anlaşılan. Birlik pasajı ise zaten gidici gibi görünüyor. Yakında kitapçıların hepsi kapatıyorlar dükkânlarını. Bir de Kocabeyoğlu pasajının alt katını kitapçılar çarşısına çevirme planı vardı ki daha baştan belliydi fiyasko olacağı. Şimdi bir kitapçı var hala iş yapmaya çalışan. Pek de iş yapmayan bir ayakkabıcılar çarşısının kenarına köşesine kondurulmuş kitapçılardan da pek hayır gelmezdi zaten. Tunalı’da birkaç sahaf. Pasaj içlerinde rastlayabilirsiniz onlara. Hemen her pasajda bir tane var gibi. Bir eskide kalmış kitapçı da sabah kitabeviydi. Bildiğimiz sabah gazetesinin yeriydi sanırım. Maltepeye giderken yani demirtepe civarlarında bir ara’daydı. Ankara’ya ilk internet cafe olayını orası getirmişti. İnterneti bilen yoktu, iş yapamadı. Sene yine 96 falan olmalı. Ya da 95. sonra orası da kapandı hoş bir yerdi ama biraz soğuktu. Uymadı. Oradan Erkan Oğur’un bir ömürlük misafir’ini almıştım. Ada müzik vardı bir de ona ne oldu bilmiyorum. Yasemin’in gül kuruttum’unu, ışığın yansıması’nı falan oradan bulmuştuk. Arayıp da bulamadığımız albümler için birebirdi. Hala bir yerlerde duruyor mudur ki?
-Fark ettim ki Ankara nostaljisine dönüşmüş bir yazının ipine dolanmış bulunmaktayım.- madem Ankara nostaljisi; Sakarya çayocağı vardı çiçekçilerin yeni sahneye doğru inerken sağında -yer seviyesinden biraz aşağıda olmakla beraber tabureleri yol kenarında. Hakan Albayrak, Nihat Genç, Bülent Akyürek falan (çete) oraya takılırlarmış biz yetişemedik o kadarına. (ehe eskiden falan dediysek o kadar da değil yani) ben gökkuşağını bilirim en çok. Bülent Akyürek Nihat genç’i Engürüye, Hakan Albayrak’ı Bosna’ya kaptırmış, gökkuşağının dibindeki tahtında yalnızlığını yaşardı bir zamanlar. Nihat genç’ten de Bülent Akyürek’ten de hiç hazzetmedim. Ama Nihat genç’in romanlarını çok sevdim. Özellikle soğuk sabun, o ufak kırmızı kitap sabun etkisi yapmış gözlerimi yakmıştı. Bu çağın soylusu, one man show ve diğerleri. Nihat genç’in son dönem romanlarını okumadım, hala sever miyim bilmiyorum. Diğer bir çayocağımız da filiz’di. Gökkuşağına gitmemek için mekân aradığımız zamanlarda bulmuş ancak oranın ömrünün kısa olmasıyla yine gökkuşağına rücu etmiştik. Megapol sinemasının biraz aşağısındaydı. Sonra Ankara’nın en iyi kazandibini yapan bir yer vardı. Adı saraydı galiba ama şu meşhur saray değil. Uyduruk bir yer gibi görünmekle beraber kazandibi, Ankara’da ben tatlıcıyım diyen yerlere fark atıyordu. Orası aniden kapandı. Hâlbuki biz sürekli müşterileriydik. Bir tatlıcı daha: Karacaoğlu. Hala var birkaç Karacaoğlu ama onlar kebapçı. Benim bahsettiğim yine aynı marka olan ve geçen yıllarda kapanan Atatürk bulvarındaki beyaz pancurlu Karacaoğlu. Yazın sıcak günlerinde buz gibi üst katında az dondurma yemedik. Oldukça düzgün, cıstak olmasına rağmen bundan rahatsızlık duyurmayan bir mekândı. O zamanlar medya tatlının fıstıklı dondurmalarıysa henüz bozulmamıştı. Biz kısa camel içerdik. Ankara nostaljilerinin en önemlisi bu aslında.Biz gökkuşağında da bizdik, filiz çayocağında da, saray tatlıcısında da, karacaoğlunda da, medya tatlı’da da, türkiş pasajında da, dost kitabevinde de... biz hep kısa camel içerdik. Gün geldi caponlar aldı kısa camelı. Tadı tuzu kalmadı. Zaten pahalıydı. Ankara’da biz kısa camelsız kaldık. Tadımız tuzumuz kalmadı. Bir bozuk pikabım bir de sağlam ünol büyükgönenç plağım var. İkisi birbirini tamamlarsa birgün, belki bir anlık tadı olur hayatın.

Etiketler: