DOĞU ORTAÇAĞINDA ZAMAN KAVRAMI
Gülnihal Küken
İbn Sina'da (980-1037) Zaman Anlayışı
İbn Sina'ya göre zaman dairevî (dönüşlü) hareketin, mesafe yönünden değil, öncelik ve sonralık yönünden miktarıdır. Zamanı doğa bilimcilerinde olduğu şekilde hareketle bir arada düşünen ve hareketi takip eden bir kavram olarak nitelendiren İbn Sina; zamanda 'önce' ve 'sonrayı' tıpkı Aristoteles'teki (Fizik, 233 a,s) gibi 'an' olarak değerlendirir.
Yeni Platonculuğun geliştirdiği sudûr teorisine dayanarak alemin Tanrı'dan sudûr vasıtasıyla ezelde meydana geldiğini savunan İbn Sina'nın anlayışına göre de alem Tanrı ile birlikte ezelî olarak vardır; çünkü hem madde hem de suretler (formlar) ezelî olarak Tanrı'dan çıkarlar. Bu anlayış İslamiyet inanışına zıt düşmekle birlikte İbn Sina'nın onu ortaya atmaktan maksadı hem dinin hem de aklın; yeni felsefesi taleplerini dengelemeye çalışmak ve Tanrı tanımaz (ateistik) materyalizmden kaçınmaktır. Materyalistlerin anlayışına göre âlem, Tanrı olmadan ezelden beri mevcuttur. İbn Sina'nın anlayışına göre de alem ezeli bir varlıktır, fakat o kendi içinde "mümkün" olduğundan; yani yokluğu da düşünülebileceğinden kendi bütünlüğü içinde Tanrı'ya muhtaçtır ve ezeli olarak Tanrı'ya bağımlıdır. İbn Sina'nın bu görüşünde ateizmin tersine varolan şeylere varlık verecek olan Tanrı'nın varlığına ihtiyaç duyulur ve panteizmden kurtulmak için de Tanrı'nın varlığının, alemin varlığından köklü olarak farklı olmasına gerek duyulur. Düşünce tarihi boyunca bu doktrine muhalefet edenlerin üzerinde ısrarla durdukları alemin ezeliliği meselesinin başta gelen çıkmazı, bunun geriye doğru gerçek bir sonsuzluk dizisi ihtiva etmesi konusudur. Ancak geçmiş meydana gelmiş olma anlamında fiilen gerçekleşmiştir. Bu bakımdan "sonsuz" terimi geçmiş için uygun olmayan şekilde kullanılmıştır. "...Sonsuz terimi ya sonu olmayan diziler veya hem başlangıcı hem de sonu olmayandır. Hâlbuki itirazın kendisi dizilere zamanın belli bir anında son verip daha sonra da geçmişte sonsuzluğa tartışır. Yine, başlangıç zamanî bir kavramdır, başlangıçsızlık ise bir olumsuzlaştırma olup zamanî bir kavram olmasına ihtiyaç yoktur; itiraz açıkça geçmişte sonsuzluğu zamanî bir kavram olarak kullanıyor..."
Gazzali'de (1058-1111) Zaman Anlayışı
Gazzalî, zamanı öncelik ve sonralık yönünden isimlendirilmiş hareketin ölçüsü olarak kabul eder. İlahiyatçıların zaman anlayışı ise sonsuz kabul edilen Tanrı yanında geçici bir âlem ve bu âleme bağımlı başlangıcı ve sonu olan zaman şeklindedir.
Dünyanın, zamana bağlı bir başlangıç ve sonu bulunduğu hakkındaki teoriyi, Gazzalî İslâm düşüncesine uygun olarak Farabi ve İbn Sina'ya karşı Tehafüt el-Felasife'sinde savunmuştur. O, bu eserinde Aristoteles'in dünyanın bir başlangıcı olmadığı görüşüne şiddetle hücum etmiştir. Ona göre Allah âlemden ve zamandan öncedir.
Eleştirdiği filozofların gelecekte âlem yok olacağı için "Allah vardı ve âlem yoktu" yargısını bir hata olarak nitelendirip "vardı" sözünün ancak geçmiş için söylendiği ve "vardı" sözünün altında üçüncü bir kavram olan "geçmiş" kavramının bulunacağını, zatı (özü) ile geçen şeyin zaman, başkasıyla geçen şeyin ise hareket olduğunu belirttiklerini söyler; çünkü filozoflara göre hareket zamanın geçmesiyle geçer, dolayısıyla zorunlu olarak âlemden önce yok oluş bir zamanın bulunması ve bu zamanın âlemin var olmasıyla son bulması lüzumunun ortaya çıkması gerekir.
Gazzalî filozofların bu görüşlerine şu yanıtları getirir. Filozofların ifadelerinden anlaşılan; bir zatın (öz) varlığı ve bir zatın yokluğudur. İki sözü birbirinden ayıran üçüncü duruma gelince bu; bize kıyasla lazım olan bir nispettir. Gelecekte âlemin yok olması varsayıldığında, sonra ona ikinci bir varlık farzedildiğinde o zaman "Allah vardı ve âlem yoktu" denilebilir. Bu ifade de; ister ilk yokluk isterse varlıktan sonraki gelecek olan ikinci yokluk kastedilsin her iki halde de yargı doğrudur. Gazzali'ye göre bu bir nispettir Nitekim gelecek, geçmişin aynısı olabilir ve onun için geçmiş sözü kullanılabilir.
“…Bütün bunların sebebi vehmin, başlangıç için bir öncelik farzetmekten bir başlangıcın varlığını anlamaktan aciz kalmasıdır Vehmin (farzetmekten) uzak durmadığı "öncelik" öyle sanıyoruz ki, muhakkak mevcud bir şeydir ve o da zamandır. Bu (acizlik), tıpkı vehmin sözgelimi başın (hizasından) sonra cisimlerin son bulmasını, üstü olan bir yüzey olmadıkça farzetmekten aciz olması gibidir (Zihin) âlemin ötesinde dolu veya boş bir mekânın varlığını vehmeder. Ama ona "âlemin yüzeyinin üstünde bir üst, onun ötesinde bir boyut yoktur" denildiğinde vehim bunu kabul edip boyun eğmekten kaçar, tıpkı âlemin varlığından önce kesinleşmiş bir varlık olan "öncelik" yoktur denildiği zaman, vehmin bunu kabulden kaçınması gibi...” Cisim sonlu olarak kabul edilirse ona bağlı olan zamanla ilgili sonralık da sonludur. Aynı şekilde mekân bakımından sonralık cisme bağımlı ise, zaman bakımından sonralık da harekete bağımlıdır. Çünkü mekân cismin boyutlarının uzanmasından ibarettir ve zaman da hareketin devamından ibarettir. Bundan dolayı cismin boyutlarının sonlu olduğu konusunda getirilen deliller mekânın ötesinde mekân bakımından bir sonralığın varsayılmasmı engellerken aynı şekilde hareketin iki tarafı bakımından sonlu olduğuna dair getirilen deliller de zamanın ötesinde, zaman bakımından bir sonluluğun var sayılmasını -her ne kadar vehim bunu hayal etmeye ve varsaymaya teşebbüs edip ondan kaçınmazsa da- önlemektedir. İzafet yönünden öncelik ve sonralık diye bölümlenen zaman bakımından sonralık arasında fark yoktur. Kendisinin üstünde bir üst bulunmayan üstün kabul edilmesi mümkünse, kendisinden önce bir öncelik bulunmayan öncenin varlığının ve kesinliğinin kabul edilmesi de aynı şekilde hayalen ve vehmen mümkündür; yani bunu kabul etmek lazımdır. Gazzalî alemin önceliğini onun varlığının başlangıcı olarak kabul eder. Gazzalî'nin bir mistik yanı da vardır. Edebiyette yaşadığını varsayan mistik sufi için zaman değişik şekilleriyle akıp gitmektedir. Mistik bir hal içinde onda değişen zaman (vakt) Allah'ın ebedî huzurunda hayata dönüştür.
İbn Rüşd'de (1126-1198) Zaman Anlayışı
İbn Rüşd zaman hakkında tartışmaların genellikle dil'in yanlış kullanılmasından ibaret olduğunu haklı olarak belirtmektedir. Ona göre gerek ilahiyatçılar ve gerekse felsefeciler, ezeli ve sonsuz bir varlık (Allah) ile değişen dünya arasında bir fark kabul etmektedirler ve asıl olan da budur. Bir bütünlük içerisinde bu dünyanın geçici (fani) veya sonsuz (edebi) olduğunu yahut da devamlı olarak meydana gelip yok olduğunu söylemek ikinci derecede önemli bir konudur.
Hareketle zaman arasındaki ilişkiyi sadece ontolojik ve reel anlamda bir ilişki olarak değil aynı zamanda bilinçle ilgili psikolojik bir ilişki olarak da niteleyen İbn Rüşd'e göre hareketsiz bulunan bir insanda dahi zaman kavramı vardır. O bu düşüncesini şöyle bir örnekle dile getirir: "... yeryüzündeki bir mağarada bir grubun küçük yaşlardan itibaren kapalı tutulduklarını düşünecek olursak, bunların alemdeki duyularla algılanan hiçbir hareketi algılayamasalar da zamanı algıladıklarını kesinlikle söyleyebiliriz..." Anlaşılacağı üzere İbn
Rüşd zamanı tamamen bilince bağlı sübjektif bir değer olarak kabul eder.
İbn Rüşd zaman ve hareket kavramları arasındaki ilişkinin sayı ve sayılan arasındaki ilişkiye benzediğini söyleyerek bu iki kavramı bir başka açıdan da ele alır. Zaman ve hareket kavramları arasındaki ilişkinin sayı ve sayılan arasındaki ilişkiye benzediğini söyleyerek buradan, sayılan olmasa da sayının mevcut olması gibi, hareket olmadan da zamanın mevcut olduğu fikrine ulaşaır. Sayı, nasıl sayılanların çoğalmasıyla çoğalmıyorsa sayıların yerlerinin belirlenmesiyle de sayının yeri belirlenemez. Sayının sayılan nesneleri ölçmesi gibi zaman da hareketleri ve hareketli olmaları yönünden hareketli varlıkları ölçer. İbn Rüşd sonradan varolan belli bir sayılabilir nesnenin varlığını varsaydığımız takdirde sayının da sonradan varolmasının gerekmeyip onun sayılandan önce bulunması gerektiğini, bunun gibi sonradan varolan bir hareket söz konusu ise ondan önce de bir zamanın bulunmasının zorunlu olduğunu belirtir.
İbn Rüşd'ün bu ifadelerinden anlaşılacağı üzere o, zamanın hareketten önce ve ondan bağımsız bir kavram olduğu görüşünü de üstadı Aristoteles'ten farklı bir şekilde benimsemiş görülmektedir.
İbn Rüşd aralarında bilince bağlı bir ilişki bulunan zaman ve hareketi ayrı ayrı iki ezelî kavram olarak niteleyerek hareket ve zamanla ilişkisi bakımından varlığı da iki kategoriye ayırır: Biri hareket ve zamanla hiçbir ilişkisi bulunmayan ezeli varlık olan Tanrı, diğeri ise zaman tarafından kuşatılan ve varlığı harekete bağlı bulunan âlemdir. Bu anlayışa göre hareket ve zamandan bağımsız olarak düşünülemeyen âlemin de hareket ve zaman gibi ezeli olduğu ortaya çıkmaktadır. İbn Rüşd bu yöndeki kanaatini Kur'an-ı Kerim'deki şu ayetlerle de desteklemeğe çalışmaktadır: "Gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur ve O'nun arşı suyun üzerinde idi" (el-Hûd, 7). Ona göre bu ayetle anlatılmak istenen; bu evrenin varoluşundan önce arşın ve suyun varolmasının gerektiğidir. Ayrıca yine bu ayetten anlaşıldığına göre bilinen zamandan önce de bir zamanın varolması gerekmektedir.
Ortaçağ Latin dünyasının en büyük ilahiyatçısı (teologu) sayılan ve ibn Rüşd düşüncelerine karşı çıkmakla birlikte ondan oldukça etkilenen St. Thomas Aquinas (1225-1274) ise İbn Rüşd'ün bu görüşüne karşılık "alemden önce bir zaman'ın varolmasının kabulünün imkansız bir şey olacağını belirtir. Ona göre Tanrı süreç itibariyle âlemden öncedir fakat "önce" kelimesi zamanın önceliğini değil, ezeliliğin önceliğini gösterir bir başka deyişle o varolan bir zamanın değil hayalî bir zamanın önceliğini gösterir. Nitekim "göğün üstünde bir şey yoktur" dendiğinde 'üst' kelimesi ile kastedilen sadece hayalî bir mekân-
İbn Rüşd'e göre zaman; varlığı bakımından değilse bile anlaşılabilmesi bakımından mutlaka hareketle birlikte ele almak zorunda bulunduğumuz bir niceliktir. Zamanın kolayca kavranılamayışının nedenini onun birimlerinin reel olarak görülemeyişine bağladığından, zamanı hareketle birlikte ele almanın zorunluluğundan bahseder. Zamanın anlaşılıp kavranabilmesinde insan zihnine yardım eden hareket türünü yer değiştirme hareketi olarak belirten İbn Rüşd şöyle der: "... Bir süreç içerisinde gerçekleşen yer değiştirme hareketinde öncelik-sonralık söz konusu olmaktadır. Kendisi sayesinde zamanın kavrandığı yer değiştirmedeki bu durum, zamana, geçmiş gelecek olarak yansır. Bu durumda birbirinden ayrı iki zaman parçası olan geçmiş ve geleceği ayıran başka bir şeyin bulunması gerekli olmaktadır ki bu şey 'an' olabilir..." İbn Rüşd de tıpkı Aristoteles gibi 'şimdi' diye ifade edilen zaman biriminin tamamen bir kabulden ibaret olduğunu ve zamanın geçmiş ve gelecek olmak üzere sadece iki parçasından söz edebileceğimizi ifade eder. İşte "an" bu iki parçanın ortak sınırıdır. Bir başka ifadeyle söylendiğinde, sınırlı bir zaman parçası varsayıldığında bu farazi zaman diliminin başlangıç ve bitişinde "an" bulunacaktır. Ancak sınırlı bir zaman dilimi düşüncesi bir varsayım olmaktan öteye gidemez. İbn Rüşd 'an'ı bir çemberi oluşturan 'nokta'ya benzetir. Çemberi meydana getiren her bir nokta nasıl hem kendinden önceki hem de kendinden sonraki nokta ile ilişkili olmak zorundaysa -aksi halde çemberden söz edilemez-; aynı şekilde "...an'ın da kendinden sonraki 'an'dan önce bulunduğu gibi ondan önce de başka bir anın bulunması zorunludur..."
Fizik Biliminde Zaman Anlayışı ve Sonuç
Nesnede (objede) meydana gelen hareket bir değişme olayıdır. Bu değişmeler kalitatif ve kantitatif değişmeler olarak iki gruba ayrılabilecek olan 'hal değişmeleri' ve 'hareket' olarak nitelendirilen 'konum değişmeleri' ve 'hareket' olarak nitelendirilen 'konum değişmeleri'dir. İşte zaman bu 'olayların ardarda dizilişlerinin bir kategorisidir. Açıkça anlaşılacağı üzere, hem bu değişmeler arasında bir içten bağlantı (irtibat) vardır ve hem de bu değişmelerin birbirini takip ermesi; yani bir süreklilik oluşturması gerekmektedir. Bu süreklilik bir temel şartı zorunlu kılmaktadır ki bu da zamandır. Bir obje'de meydana gelecek olan her türlü değişme; yani her olay ancak bir zaman ile mümkün olacaktır. İki değişim arasında bir "öncelik-sonralık" durumu ortaya çıkar ve bu "öncelik ve sonralık" durumu ancak bir "zaman" içinde anlaşılabilir bir haldir. Şu halde bizde zaman diye bir kavramın olunması tamamen olaya bağlıdır . Eğer hiçbir olay (veya değişme) olmasa idi böyle bir kavramın oluşması da asla mümkün olmayacaktı.
Bir zaman eksenini göz önüne getirdiğimizde bu eksen üzerindeki t1 ve t2 noktaları boyutsuz birer yerdirler. Bu yerlerin her birisinde yani hem t1 ve hem de t2’de zaman "donmuş" bulunmaktadır. Bu donmuş olarak varsayılan noktaya 'an' tabiri verilmekledir. Ancak zamanın donmuş bir noktası olarak an kabul edildiğinde bu nokta üzerinde herhangi bir olay(değişme) olması imkân dışıdır. Bu durumda gerçekte "an" var mıdır sorusuna verilecek yanıt “hayır" olacaktır. Nasıl ki geometride çizginin sonsuz noktalardan meydana geldiği farzedilmekle birlikte, objektif olarak nokta mevcut değilse, fizikte de ‘an’ mevcut değildir; zira bu taktirde hiçbir olayın meydana gelmediği sonsuz küçük zaman parçası elde edilmiş olur. Diğer taraftan zaman, sonsuzca bölünebilme eğilimi gösterir. Bu halde zaman sonsuz sayıda ‘an’dan oluşmuştur ve bu "an"larda hiç bir olay meydana gelemez zamanın quantik(quant. Fizikte kuvantum teorisine göre en küçük enerji birimi) olmayan bir özelliğine göre zaman sonsuz küçük parçalara bölünebilmelidir fakat bu taktirde de içinde hiçbir olayın geçmediği bir zaman dilimi olan “an” ortaya çıkmaktadır bu güçlüğü çözmek için zamanın artık daha küçük parçalara bölünemeyen temel elemanter zaman parçacıklarından oluşmuş olduğu farzedilebilir. Bu durumda "an" zaman'ın quantası olur ve belirli bir zaman parçası bu quantaların belirli sayıdaki toplamı olmuş olur. Böylece iki farklı sonuca ulaşır:
1- Zaman sonsuzca bölünebilir: Bu durumda donmuş, sıfır değerinde olan, içinde hiçbir olayın geçmediği “an” elde edilir. Bu anların sayısı sonsuzdur. Bir başka ifade ile zaman sonsuz sayıdaki ve her birisinin değeri sıfır olan ‘an’ların bir toplamıdır.
2- Zaman sonsuzca bölünemez; onun en son bir bölünemez sınırı vardır, bu durumda zaman, her birisinin değeri sıfırdan farklı ve büyük olan, içinde bir olayın geçmesine imkân veren ve daha küçük parçacıklara bölünemeyen an’ların sonlu bir toplamıdır.
Birinci zaman anlayışı "non-quantik'; yani "sonsuz bir sürekli", ikinci zaman anlayışı ise "quantik"; yani "sonlu bir süreksiz" anlayıştır. Bu iki sonuçtan elde edilen neticeye göre; zaman'ın yapısal özelliği bir "antinomi' (çatışkı)'dan başka bir şey değildir. Meseleye her iki açıdan yaklaşmaya çalıştığımızda da ve noksansız bir çözüme ulaşma imkânsız görünmektedir.
Klasik Fizik Ekolü: Galileo ve Newton anlayışına göre: mekân ve zaman'ı birer mutlak, evrensel ve objektif bir varlık olarak kabul eder. Buna göre mekân her yana doğru sonsuz bir uzanım gösterir, üç boyutludur. Zaman ise sürekli akan bir ezeli ve ebedi nehirdir. Üç boyutlu mekân ile bir boyutlu zaman bu sistemde ayrı ayrı olarak ele alınır; yani zaman ve mekân (uzay) birbirine bağımlı olması gerekmeyen birer varlıktır.
Modern Fizik Ekolü ise biri mekân ve zamanın varlıksız olamayacağını ve diğeri mekân ve zaman'ın ayrı ayrı değil birlikte olduğunu ileri süren iki radikal tavır sergiler.
Klasik fizik mekân, uzam veya yaygın tabiri ile uzay denen şeyi kendi başına bir varlık olarak kabul ederken modern fizik objesiz bir mekân (uzam, uzay) kavramını kabul etmez. Açıkça söylememiz gerekirse boş bir mekân yoktur. Boş bir mekân (uzay) düşünülemeyeceğine göre uzay'a bir varlık da atfedilmez. Uzay kendi başına bir varlığa sahip değilse bu takdirde uzaya göre hareket de anlamını yitirecektir. Mutlak bir mekân (uzay) kabul edilmediği takdirde "mutlak hareket'de ve "mutlak sükûnet"; yani hareketsizlik de yoktur. Netice olarak şunu söyleyebiliriz; madem ki her obje hareket halindedir ve madem ki hareket de kesinlikle bir zaman içinde meydana gelir bu durumda zaman mekândan (uzaydan) ayrı olarak düşünülemez. Herhangi bir obje mekân içinde (uzay içinde) değil "uzay" zaman içinde olarak mütalea edilmekte olduğu referans sistemine göredir ve yine hiçbir varlık mutlak sükûnet halinde bulunamayacağı için de hiçbir şekilde zaman dışında bulunamaz. Her obje hem zamanda ve hem de mekândadır. Ancak bütün bugünkü bilimsel teoriler de bize mutlak gerçeği veremiyorlar. Hiç kimse günümüz bilimsel teorilerinin bir-gün yanlış ve hatalı damgası yiyerek terk edilmeyeceklerini garanti edemez. Nitekim fizik biliminin henüz emekleme çağı olan Antikçağda Geo-Centrik bir evren anlayışına göre yıldızların ve bütün evrenin dünyanın etrafında döndüğü iddia eden Aristoteles ve Batlamyus'un teorileri bugün nasıl geçersiz kılındıysa yarın aynı durum günümüz anlayışı için de söz konusu olabilir. İfade etmeye çalıştığımız; felsefi bir tavır olarak ilmin verilerine körü körüne tapınmak veya inkâr etmek değil, ulaşılan her neticede ve ileri sürülen her yorumda eleştirel bir yaklaşımla rasyonel şüpheci tutumumuzu sürdürmektedir. Felsefe ve ilim ancak böyle bir tutum sayesinde gelişip zenginleşecektir.
bir kaç post altta yer alan gülnihal Küken'in yazısının devamı.
cogito 11. sayı, 1997
Gülnihal Küken
İbn Sina'da (980-1037) Zaman Anlayışı
İbn Sina'ya göre zaman dairevî (dönüşlü) hareketin, mesafe yönünden değil, öncelik ve sonralık yönünden miktarıdır. Zamanı doğa bilimcilerinde olduğu şekilde hareketle bir arada düşünen ve hareketi takip eden bir kavram olarak nitelendiren İbn Sina; zamanda 'önce' ve 'sonrayı' tıpkı Aristoteles'teki (Fizik, 233 a,s) gibi 'an' olarak değerlendirir.
Yeni Platonculuğun geliştirdiği sudûr teorisine dayanarak alemin Tanrı'dan sudûr vasıtasıyla ezelde meydana geldiğini savunan İbn Sina'nın anlayışına göre de alem Tanrı ile birlikte ezelî olarak vardır; çünkü hem madde hem de suretler (formlar) ezelî olarak Tanrı'dan çıkarlar. Bu anlayış İslamiyet inanışına zıt düşmekle birlikte İbn Sina'nın onu ortaya atmaktan maksadı hem dinin hem de aklın; yeni felsefesi taleplerini dengelemeye çalışmak ve Tanrı tanımaz (ateistik) materyalizmden kaçınmaktır. Materyalistlerin anlayışına göre âlem, Tanrı olmadan ezelden beri mevcuttur. İbn Sina'nın anlayışına göre de alem ezeli bir varlıktır, fakat o kendi içinde "mümkün" olduğundan; yani yokluğu da düşünülebileceğinden kendi bütünlüğü içinde Tanrı'ya muhtaçtır ve ezeli olarak Tanrı'ya bağımlıdır. İbn Sina'nın bu görüşünde ateizmin tersine varolan şeylere varlık verecek olan Tanrı'nın varlığına ihtiyaç duyulur ve panteizmden kurtulmak için de Tanrı'nın varlığının, alemin varlığından köklü olarak farklı olmasına gerek duyulur. Düşünce tarihi boyunca bu doktrine muhalefet edenlerin üzerinde ısrarla durdukları alemin ezeliliği meselesinin başta gelen çıkmazı, bunun geriye doğru gerçek bir sonsuzluk dizisi ihtiva etmesi konusudur. Ancak geçmiş meydana gelmiş olma anlamında fiilen gerçekleşmiştir. Bu bakımdan "sonsuz" terimi geçmiş için uygun olmayan şekilde kullanılmıştır. "...Sonsuz terimi ya sonu olmayan diziler veya hem başlangıcı hem de sonu olmayandır. Hâlbuki itirazın kendisi dizilere zamanın belli bir anında son verip daha sonra da geçmişte sonsuzluğa tartışır. Yine, başlangıç zamanî bir kavramdır, başlangıçsızlık ise bir olumsuzlaştırma olup zamanî bir kavram olmasına ihtiyaç yoktur; itiraz açıkça geçmişte sonsuzluğu zamanî bir kavram olarak kullanıyor..."
Gazzali'de (1058-1111) Zaman Anlayışı
Gazzalî, zamanı öncelik ve sonralık yönünden isimlendirilmiş hareketin ölçüsü olarak kabul eder. İlahiyatçıların zaman anlayışı ise sonsuz kabul edilen Tanrı yanında geçici bir âlem ve bu âleme bağımlı başlangıcı ve sonu olan zaman şeklindedir.
Dünyanın, zamana bağlı bir başlangıç ve sonu bulunduğu hakkındaki teoriyi, Gazzalî İslâm düşüncesine uygun olarak Farabi ve İbn Sina'ya karşı Tehafüt el-Felasife'sinde savunmuştur. O, bu eserinde Aristoteles'in dünyanın bir başlangıcı olmadığı görüşüne şiddetle hücum etmiştir. Ona göre Allah âlemden ve zamandan öncedir.
Eleştirdiği filozofların gelecekte âlem yok olacağı için "Allah vardı ve âlem yoktu" yargısını bir hata olarak nitelendirip "vardı" sözünün ancak geçmiş için söylendiği ve "vardı" sözünün altında üçüncü bir kavram olan "geçmiş" kavramının bulunacağını, zatı (özü) ile geçen şeyin zaman, başkasıyla geçen şeyin ise hareket olduğunu belirttiklerini söyler; çünkü filozoflara göre hareket zamanın geçmesiyle geçer, dolayısıyla zorunlu olarak âlemden önce yok oluş bir zamanın bulunması ve bu zamanın âlemin var olmasıyla son bulması lüzumunun ortaya çıkması gerekir.
Gazzalî filozofların bu görüşlerine şu yanıtları getirir. Filozofların ifadelerinden anlaşılan; bir zatın (öz) varlığı ve bir zatın yokluğudur. İki sözü birbirinden ayıran üçüncü duruma gelince bu; bize kıyasla lazım olan bir nispettir. Gelecekte âlemin yok olması varsayıldığında, sonra ona ikinci bir varlık farzedildiğinde o zaman "Allah vardı ve âlem yoktu" denilebilir. Bu ifade de; ister ilk yokluk isterse varlıktan sonraki gelecek olan ikinci yokluk kastedilsin her iki halde de yargı doğrudur. Gazzali'ye göre bu bir nispettir Nitekim gelecek, geçmişin aynısı olabilir ve onun için geçmiş sözü kullanılabilir.
“…Bütün bunların sebebi vehmin, başlangıç için bir öncelik farzetmekten bir başlangıcın varlığını anlamaktan aciz kalmasıdır Vehmin (farzetmekten) uzak durmadığı "öncelik" öyle sanıyoruz ki, muhakkak mevcud bir şeydir ve o da zamandır. Bu (acizlik), tıpkı vehmin sözgelimi başın (hizasından) sonra cisimlerin son bulmasını, üstü olan bir yüzey olmadıkça farzetmekten aciz olması gibidir (Zihin) âlemin ötesinde dolu veya boş bir mekânın varlığını vehmeder. Ama ona "âlemin yüzeyinin üstünde bir üst, onun ötesinde bir boyut yoktur" denildiğinde vehim bunu kabul edip boyun eğmekten kaçar, tıpkı âlemin varlığından önce kesinleşmiş bir varlık olan "öncelik" yoktur denildiği zaman, vehmin bunu kabulden kaçınması gibi...” Cisim sonlu olarak kabul edilirse ona bağlı olan zamanla ilgili sonralık da sonludur. Aynı şekilde mekân bakımından sonralık cisme bağımlı ise, zaman bakımından sonralık da harekete bağımlıdır. Çünkü mekân cismin boyutlarının uzanmasından ibarettir ve zaman da hareketin devamından ibarettir. Bundan dolayı cismin boyutlarının sonlu olduğu konusunda getirilen deliller mekânın ötesinde mekân bakımından bir sonralığın varsayılmasmı engellerken aynı şekilde hareketin iki tarafı bakımından sonlu olduğuna dair getirilen deliller de zamanın ötesinde, zaman bakımından bir sonluluğun var sayılmasını -her ne kadar vehim bunu hayal etmeye ve varsaymaya teşebbüs edip ondan kaçınmazsa da- önlemektedir. İzafet yönünden öncelik ve sonralık diye bölümlenen zaman bakımından sonralık arasında fark yoktur. Kendisinin üstünde bir üst bulunmayan üstün kabul edilmesi mümkünse, kendisinden önce bir öncelik bulunmayan öncenin varlığının ve kesinliğinin kabul edilmesi de aynı şekilde hayalen ve vehmen mümkündür; yani bunu kabul etmek lazımdır. Gazzalî alemin önceliğini onun varlığının başlangıcı olarak kabul eder. Gazzalî'nin bir mistik yanı da vardır. Edebiyette yaşadığını varsayan mistik sufi için zaman değişik şekilleriyle akıp gitmektedir. Mistik bir hal içinde onda değişen zaman (vakt) Allah'ın ebedî huzurunda hayata dönüştür.
İbn Rüşd'de (1126-1198) Zaman Anlayışı
İbn Rüşd zaman hakkında tartışmaların genellikle dil'in yanlış kullanılmasından ibaret olduğunu haklı olarak belirtmektedir. Ona göre gerek ilahiyatçılar ve gerekse felsefeciler, ezeli ve sonsuz bir varlık (Allah) ile değişen dünya arasında bir fark kabul etmektedirler ve asıl olan da budur. Bir bütünlük içerisinde bu dünyanın geçici (fani) veya sonsuz (edebi) olduğunu yahut da devamlı olarak meydana gelip yok olduğunu söylemek ikinci derecede önemli bir konudur.
Hareketle zaman arasındaki ilişkiyi sadece ontolojik ve reel anlamda bir ilişki olarak değil aynı zamanda bilinçle ilgili psikolojik bir ilişki olarak da niteleyen İbn Rüşd'e göre hareketsiz bulunan bir insanda dahi zaman kavramı vardır. O bu düşüncesini şöyle bir örnekle dile getirir: "... yeryüzündeki bir mağarada bir grubun küçük yaşlardan itibaren kapalı tutulduklarını düşünecek olursak, bunların alemdeki duyularla algılanan hiçbir hareketi algılayamasalar da zamanı algıladıklarını kesinlikle söyleyebiliriz..." Anlaşılacağı üzere İbn
Rüşd zamanı tamamen bilince bağlı sübjektif bir değer olarak kabul eder.
İbn Rüşd zaman ve hareket kavramları arasındaki ilişkinin sayı ve sayılan arasındaki ilişkiye benzediğini söyleyerek bu iki kavramı bir başka açıdan da ele alır. Zaman ve hareket kavramları arasındaki ilişkinin sayı ve sayılan arasındaki ilişkiye benzediğini söyleyerek buradan, sayılan olmasa da sayının mevcut olması gibi, hareket olmadan da zamanın mevcut olduğu fikrine ulaşaır. Sayı, nasıl sayılanların çoğalmasıyla çoğalmıyorsa sayıların yerlerinin belirlenmesiyle de sayının yeri belirlenemez. Sayının sayılan nesneleri ölçmesi gibi zaman da hareketleri ve hareketli olmaları yönünden hareketli varlıkları ölçer. İbn Rüşd sonradan varolan belli bir sayılabilir nesnenin varlığını varsaydığımız takdirde sayının da sonradan varolmasının gerekmeyip onun sayılandan önce bulunması gerektiğini, bunun gibi sonradan varolan bir hareket söz konusu ise ondan önce de bir zamanın bulunmasının zorunlu olduğunu belirtir.
İbn Rüşd'ün bu ifadelerinden anlaşılacağı üzere o, zamanın hareketten önce ve ondan bağımsız bir kavram olduğu görüşünü de üstadı Aristoteles'ten farklı bir şekilde benimsemiş görülmektedir.
İbn Rüşd aralarında bilince bağlı bir ilişki bulunan zaman ve hareketi ayrı ayrı iki ezelî kavram olarak niteleyerek hareket ve zamanla ilişkisi bakımından varlığı da iki kategoriye ayırır: Biri hareket ve zamanla hiçbir ilişkisi bulunmayan ezeli varlık olan Tanrı, diğeri ise zaman tarafından kuşatılan ve varlığı harekete bağlı bulunan âlemdir. Bu anlayışa göre hareket ve zamandan bağımsız olarak düşünülemeyen âlemin de hareket ve zaman gibi ezeli olduğu ortaya çıkmaktadır. İbn Rüşd bu yöndeki kanaatini Kur'an-ı Kerim'deki şu ayetlerle de desteklemeğe çalışmaktadır: "Gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur ve O'nun arşı suyun üzerinde idi" (el-Hûd, 7). Ona göre bu ayetle anlatılmak istenen; bu evrenin varoluşundan önce arşın ve suyun varolmasının gerektiğidir. Ayrıca yine bu ayetten anlaşıldığına göre bilinen zamandan önce de bir zamanın varolması gerekmektedir.
Ortaçağ Latin dünyasının en büyük ilahiyatçısı (teologu) sayılan ve ibn Rüşd düşüncelerine karşı çıkmakla birlikte ondan oldukça etkilenen St. Thomas Aquinas (1225-1274) ise İbn Rüşd'ün bu görüşüne karşılık "alemden önce bir zaman'ın varolmasının kabulünün imkansız bir şey olacağını belirtir. Ona göre Tanrı süreç itibariyle âlemden öncedir fakat "önce" kelimesi zamanın önceliğini değil, ezeliliğin önceliğini gösterir bir başka deyişle o varolan bir zamanın değil hayalî bir zamanın önceliğini gösterir. Nitekim "göğün üstünde bir şey yoktur" dendiğinde 'üst' kelimesi ile kastedilen sadece hayalî bir mekân-
İbn Rüşd'e göre zaman; varlığı bakımından değilse bile anlaşılabilmesi bakımından mutlaka hareketle birlikte ele almak zorunda bulunduğumuz bir niceliktir. Zamanın kolayca kavranılamayışının nedenini onun birimlerinin reel olarak görülemeyişine bağladığından, zamanı hareketle birlikte ele almanın zorunluluğundan bahseder. Zamanın anlaşılıp kavranabilmesinde insan zihnine yardım eden hareket türünü yer değiştirme hareketi olarak belirten İbn Rüşd şöyle der: "... Bir süreç içerisinde gerçekleşen yer değiştirme hareketinde öncelik-sonralık söz konusu olmaktadır. Kendisi sayesinde zamanın kavrandığı yer değiştirmedeki bu durum, zamana, geçmiş gelecek olarak yansır. Bu durumda birbirinden ayrı iki zaman parçası olan geçmiş ve geleceği ayıran başka bir şeyin bulunması gerekli olmaktadır ki bu şey 'an' olabilir..." İbn Rüşd de tıpkı Aristoteles gibi 'şimdi' diye ifade edilen zaman biriminin tamamen bir kabulden ibaret olduğunu ve zamanın geçmiş ve gelecek olmak üzere sadece iki parçasından söz edebileceğimizi ifade eder. İşte "an" bu iki parçanın ortak sınırıdır. Bir başka ifadeyle söylendiğinde, sınırlı bir zaman parçası varsayıldığında bu farazi zaman diliminin başlangıç ve bitişinde "an" bulunacaktır. Ancak sınırlı bir zaman dilimi düşüncesi bir varsayım olmaktan öteye gidemez. İbn Rüşd 'an'ı bir çemberi oluşturan 'nokta'ya benzetir. Çemberi meydana getiren her bir nokta nasıl hem kendinden önceki hem de kendinden sonraki nokta ile ilişkili olmak zorundaysa -aksi halde çemberden söz edilemez-; aynı şekilde "...an'ın da kendinden sonraki 'an'dan önce bulunduğu gibi ondan önce de başka bir anın bulunması zorunludur..."
Fizik Biliminde Zaman Anlayışı ve Sonuç
Nesnede (objede) meydana gelen hareket bir değişme olayıdır. Bu değişmeler kalitatif ve kantitatif değişmeler olarak iki gruba ayrılabilecek olan 'hal değişmeleri' ve 'hareket' olarak nitelendirilen 'konum değişmeleri' ve 'hareket' olarak nitelendirilen 'konum değişmeleri'dir. İşte zaman bu 'olayların ardarda dizilişlerinin bir kategorisidir. Açıkça anlaşılacağı üzere, hem bu değişmeler arasında bir içten bağlantı (irtibat) vardır ve hem de bu değişmelerin birbirini takip ermesi; yani bir süreklilik oluşturması gerekmektedir. Bu süreklilik bir temel şartı zorunlu kılmaktadır ki bu da zamandır. Bir obje'de meydana gelecek olan her türlü değişme; yani her olay ancak bir zaman ile mümkün olacaktır. İki değişim arasında bir "öncelik-sonralık" durumu ortaya çıkar ve bu "öncelik ve sonralık" durumu ancak bir "zaman" içinde anlaşılabilir bir haldir. Şu halde bizde zaman diye bir kavramın olunması tamamen olaya bağlıdır . Eğer hiçbir olay (veya değişme) olmasa idi böyle bir kavramın oluşması da asla mümkün olmayacaktı.
Bir zaman eksenini göz önüne getirdiğimizde bu eksen üzerindeki t1 ve t2 noktaları boyutsuz birer yerdirler. Bu yerlerin her birisinde yani hem t1 ve hem de t2’de zaman "donmuş" bulunmaktadır. Bu donmuş olarak varsayılan noktaya 'an' tabiri verilmekledir. Ancak zamanın donmuş bir noktası olarak an kabul edildiğinde bu nokta üzerinde herhangi bir olay(değişme) olması imkân dışıdır. Bu durumda gerçekte "an" var mıdır sorusuna verilecek yanıt “hayır" olacaktır. Nasıl ki geometride çizginin sonsuz noktalardan meydana geldiği farzedilmekle birlikte, objektif olarak nokta mevcut değilse, fizikte de ‘an’ mevcut değildir; zira bu taktirde hiçbir olayın meydana gelmediği sonsuz küçük zaman parçası elde edilmiş olur. Diğer taraftan zaman, sonsuzca bölünebilme eğilimi gösterir. Bu halde zaman sonsuz sayıda ‘an’dan oluşmuştur ve bu "an"larda hiç bir olay meydana gelemez zamanın quantik(quant. Fizikte kuvantum teorisine göre en küçük enerji birimi) olmayan bir özelliğine göre zaman sonsuz küçük parçalara bölünebilmelidir fakat bu taktirde de içinde hiçbir olayın geçmediği bir zaman dilimi olan “an” ortaya çıkmaktadır bu güçlüğü çözmek için zamanın artık daha küçük parçalara bölünemeyen temel elemanter zaman parçacıklarından oluşmuş olduğu farzedilebilir. Bu durumda "an" zaman'ın quantası olur ve belirli bir zaman parçası bu quantaların belirli sayıdaki toplamı olmuş olur. Böylece iki farklı sonuca ulaşır:
1- Zaman sonsuzca bölünebilir: Bu durumda donmuş, sıfır değerinde olan, içinde hiçbir olayın geçmediği “an” elde edilir. Bu anların sayısı sonsuzdur. Bir başka ifade ile zaman sonsuz sayıdaki ve her birisinin değeri sıfır olan ‘an’ların bir toplamıdır.
2- Zaman sonsuzca bölünemez; onun en son bir bölünemez sınırı vardır, bu durumda zaman, her birisinin değeri sıfırdan farklı ve büyük olan, içinde bir olayın geçmesine imkân veren ve daha küçük parçacıklara bölünemeyen an’ların sonlu bir toplamıdır.
Birinci zaman anlayışı "non-quantik'; yani "sonsuz bir sürekli", ikinci zaman anlayışı ise "quantik"; yani "sonlu bir süreksiz" anlayıştır. Bu iki sonuçtan elde edilen neticeye göre; zaman'ın yapısal özelliği bir "antinomi' (çatışkı)'dan başka bir şey değildir. Meseleye her iki açıdan yaklaşmaya çalıştığımızda da ve noksansız bir çözüme ulaşma imkânsız görünmektedir.
Klasik Fizik Ekolü: Galileo ve Newton anlayışına göre: mekân ve zaman'ı birer mutlak, evrensel ve objektif bir varlık olarak kabul eder. Buna göre mekân her yana doğru sonsuz bir uzanım gösterir, üç boyutludur. Zaman ise sürekli akan bir ezeli ve ebedi nehirdir. Üç boyutlu mekân ile bir boyutlu zaman bu sistemde ayrı ayrı olarak ele alınır; yani zaman ve mekân (uzay) birbirine bağımlı olması gerekmeyen birer varlıktır.
Modern Fizik Ekolü ise biri mekân ve zamanın varlıksız olamayacağını ve diğeri mekân ve zaman'ın ayrı ayrı değil birlikte olduğunu ileri süren iki radikal tavır sergiler.
Klasik fizik mekân, uzam veya yaygın tabiri ile uzay denen şeyi kendi başına bir varlık olarak kabul ederken modern fizik objesiz bir mekân (uzam, uzay) kavramını kabul etmez. Açıkça söylememiz gerekirse boş bir mekân yoktur. Boş bir mekân (uzay) düşünülemeyeceğine göre uzay'a bir varlık da atfedilmez. Uzay kendi başına bir varlığa sahip değilse bu takdirde uzaya göre hareket de anlamını yitirecektir. Mutlak bir mekân (uzay) kabul edilmediği takdirde "mutlak hareket'de ve "mutlak sükûnet"; yani hareketsizlik de yoktur. Netice olarak şunu söyleyebiliriz; madem ki her obje hareket halindedir ve madem ki hareket de kesinlikle bir zaman içinde meydana gelir bu durumda zaman mekândan (uzaydan) ayrı olarak düşünülemez. Herhangi bir obje mekân içinde (uzay içinde) değil "uzay" zaman içinde olarak mütalea edilmekte olduğu referans sistemine göredir ve yine hiçbir varlık mutlak sükûnet halinde bulunamayacağı için de hiçbir şekilde zaman dışında bulunamaz. Her obje hem zamanda ve hem de mekândadır. Ancak bütün bugünkü bilimsel teoriler de bize mutlak gerçeği veremiyorlar. Hiç kimse günümüz bilimsel teorilerinin bir-gün yanlış ve hatalı damgası yiyerek terk edilmeyeceklerini garanti edemez. Nitekim fizik biliminin henüz emekleme çağı olan Antikçağda Geo-Centrik bir evren anlayışına göre yıldızların ve bütün evrenin dünyanın etrafında döndüğü iddia eden Aristoteles ve Batlamyus'un teorileri bugün nasıl geçersiz kılındıysa yarın aynı durum günümüz anlayışı için de söz konusu olabilir. İfade etmeye çalıştığımız; felsefi bir tavır olarak ilmin verilerine körü körüne tapınmak veya inkâr etmek değil, ulaşılan her neticede ve ileri sürülen her yorumda eleştirel bir yaklaşımla rasyonel şüpheci tutumumuzu sürdürmektedir. Felsefe ve ilim ancak böyle bir tutum sayesinde gelişip zenginleşecektir.
bir kaç post altta yer alan gülnihal Küken'in yazısının devamı.
cogito 11. sayı, 1997
Etiketler: zaman
<< Home