zm_ndd

Çarşamba

bu, uzun metinleri ayrı bir bölgeye alma işi iyi olmuş anlaşılan. sayfaya girenlerin pek çoğu ilgilenmiyormuş zaten metinlerle. eh böylelikle en azından görsel kalabalıktan rahatsızlık duymamış oluruz.

ya bir de şu yaratığa dönüşen kız meselesi var. bak yine yazdım, yine gelicekler. kardeşim yok öyle bir şey. inanmayın şu efsanelere. neydi o hikaye, annesi kuran okuyor da kız gıcıklık olsun diye müziğin sesini mi açıyordu neydi. sonra kız bir yaratığa dönüşmüşmüş falan. böyle saçma sapan şeylerin, bir de dinin himayesine alınarak tatmin konusu olmaları esef verici. yaratığa dönüşen bir kız yok arkadaşım, bu sayfada yok; dünyada da yok. ama insana dönüşen bir kurttan bahsediliyor bu sayfalarda :) (bkz. ursula k. leguin)

inandığınız bir çok şey de yalan aslında. bunu zaten biliyorsunuz. bir de biliyor musunuz neye inandığınızı zaten bilmiyorsunuz. aslında siz inanmıyorsunuz. hehhe inandığınız şeyle sizin aranızda di mi bu? olsun, aslında inandığınız şey de inandığınızı sandığınız şey değil zaten bu durumda yine ben haklıyım-gibi.

bunların hiçbiri umrumda değil biliyor musunuz, zamanmış, metinlermiş, blogmuş, insanmış, ben sen oymuş, kim ne dermiş kim ne demezmiş, kim kime inanırmış, inanıp da ne kazanırmış, kim okurmuş yazdıklarımı kim okumazmış. kim önemsermiş kim önemsemezmiş. herşey tutunabilmek adına başlıyor ama tutunamayacağını farkedip..............................................

Etiketler: , ,

Salı

şimdi saat kaç


ferit edgü

ilk kum saatini gördüğümde, dünya kadar büyük bir kumsaati düşlediğimi ansıyorum, ama saatin alt ve üst bölümlerini birleştiren ortadaki delik, küçük mü küçük. Öylesine küçük ki alt bölmedeki kumun kalınlığı henüz birkaç milimetre. Üst bölmedeki kumlar tükendiğinde her şey sona erecek. Dünya du­racak Ve zaman sona erecek.Gerçekte ilk kum saatini gördüğümde mi düşledim bunu, yoksa kafamda çok sonraları mı gelişti bu imge, doğrusu çıka­ramıyorum. Bildiğim tek şey dünya kadar büyük kum saati im­gesinin çocukluğuma ait olduğu. Çocukluğumun düş gücünde en büyük biçim yeryüzü küresiydi. Evren çok uzaktı. Belli bir biçimi yoktu. Dolayısıyle "normal" bir çocuğun düşlemi içinde yeri olamazdı.
...
Ama "zamansal" sağ­lığa kavuşmam, dediğim gibi, şairlerle oldu.Melih Cevdet Anday'a soracak olursanız, Zaman yoktur. Oy­sa "Ölümsüzlük Ardında Gılgamış" adlı kitabındaki şiirler "zaman"la hesaplaşan şiirlerdir. Daha kitabın adında başlar bu: "Ölümsüzlük..." Zamanın yokluğunu, varolmadığını vurgular. Zaman varsa eğer, "ölümsüzlük" yoktur. Gılgamış da (özgün des­tanda ve Melih Cevdet Anday'm şiirinde) zamana karşı savaşır-Ama kanımca, Melih Cevdet'in "zaman" konusundaki gerçek şiiri, aynı kitaptaki "Öğle Uykusundan Uyanırken" adlı şiiridir. Bu şiirde "zaman" adlandırılmaz. Düş ve gerçek, sonsuzluğun (zamanın) yaşam kesitleri olarak belirir: Gölge ve ışık; deney (madde) ve tinsellik; uyku ve uyanıklık; tarih ve coğrafya bu öz­gün şiirin ana nitelikleridir: "Gerçekte uyku ve uyanıklık birdi. Ölmek ve yaşamak bir. Geceden günü, günden geceyi yaratırdık. Acıkma geyiği diriltmek içindi. Taşları topladm mı yağmur geli­verirdi. Bakışımızla yakardık ateşi. Bir yılan bulduk mu, yüzde yüz ay çıkardı. Şaşıracak hiçbir şey yoktu. İste, olsun! Bunca ko­lay. Ne zengindik ama. Sonra tümden yoksul düştük. Bunu ansı­mam için yüzyıllar yaşamam gerekti. Ah, bütün dünyayı yaşa­dım. Saatlara hem akrebi, hem yelkovanı koyma buluşu, gerçek­ten şaşılacak bir buluştur. İki yıldızı gökten çalıp bir camın altı­na kapamak kolay iş mi?"Bu eşsiz şiirin, konusu değil, öznesidir zaman. Ama tersinden!
...
milliyet sanat
7 ocak 1981

metnin tamamı

Etiketler:

Pazartesi

bir yerde mahsur kalmışsın. içeridesin. dışarıyı göremiyorsun. belki birileri geçer-geçiyordur, böyle bir olasılık var ama göremediğin için bilemiyorsun. bu ihtimale güvenerek-zaten güvenecek başkaca birşeyin yok- yardım istiyorsun dışarıya sesini duyurmaya çalışarak. belki sesin hiç ulaşmıyor dışarıya, belki ulaşıyor da dışarıda kimse olmadığı için fayda etmiyor belki de o sırada oradan geçen biri duyuyor yardım çığlıklarını... ya geçip gidiyor ya da durup sese yöneliyor. birşeyler yapmaya çalışıyor.. sana yardım etmek için uğraşıyor. belki gerçekten de elinden gelen birşey olmuyor dışardakinin, belki epeyce uğraşması gerektiği için vazgeçiyor, yüklenemiyor seni. belki de uğraşıyor ve sonunda sana yardım ediyor. ama sen sadece sesleniyorsun bir ihtimali düşleyerek.
böyle bir şey kimi zaman yaşadığın.

bir terslik var hissediyorum. birşeyler dönüyor vücudumda. son zamanlardaki kabuslarım geçen gün yazdığım cümleyi neshettiriyor bana: rüyayı bitirmeden uyandığı için şükrediyor bazen insan. gözlerimdeki damarlar ağrıyor. gece boyu sancılar dolanıyor karnımda. bazen ellerimi durduramıyorum, kendini kaybediyor titremekten. ayaklarım ellerim tutmaz oluyor, içten bir titremeyle. tüm bunlara karşı tek istediğim eğer varsa kötü şeyler vücudumda, bunları mümkün olduğunca geç teşhis etmek.. "erken teşhis hayat kurtarır" ben o erken teşhislerin beni götüreceği tedavi saçmalıklarını kaldırabilecek bir insan değilim. ben hayatı kaldıramadım ki, hayatla beraber bedenime yüklenecek bir ton ilacı içime doldurayım. bilmiyorum.

Etiketler:

Pazar

umutsuzlar parkı


III

binlerce, ama binlerce yıldır yaşıyorum
bunu göklerden anlıyorum, kendimden anlıyorum biraz
insan, insan, insandan; ne iyi ne de kötü
kolumu sallıyorum yürürken, kötüysem yüzümü buruşturuyorum
çok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum
öldüklerimi sayıyorum, yeniden doğduklarımı
anlıyorum, ama yepyeni anlıyorum bıktığımı
evlerde, köşebaşlarında değişmek diyorlar buna
değişmek
biri mi öldü , biri mi sevindi, değişmek koyuyorlar adını
bana kızıyorlar sonra, ansızın bana
kimi ellerini sürüyor, kimi gözlerini kapıyor yaşadıklarıma
oysa ben düz insan, bazı insan, karanlık insan
ve geçilmiyor ki benim
duvarlar, evler, sokaklar gibi yapılmışlığımdan.

bilmezler, kızmıyorum, bunu onlardan anlıyorum biraz
erimek, bir olmak ve unutulmak içindeki onlardan
ya da bir başkaca şey: ben kendimi ayırıyorum
o yapayalnız olmaktaki kendimi
böyleyken akıp gidiyorum bir nehir gerçeği gibi
sanki ben upuzun bir hikâye
en okunmadık yerlerimle
yok artık sıkılıyorum.
...


edip cansever'in ölüm günü: zamanın, arttırıp çoğaltamayacağı, üzerinde oynayamayacağı bir yafta. sadece bir tarih... ne bir yaş daha büyüdü, ne 1 yıl daha yaklaştı. sadece önemsiz bir sayı; öylesine. anlamsız.

Etiketler: ,

Cumartesi

zaman siner her yere

Etiketler: ,

rastgele

Etiketler:

edip...
tragedyalar 1'den bir episode


Etiketler:

Perşembe

rüya görmek lunaparka gitmek gibi.

her insanın düşünde yakın geçmişini ve yakın geleceğini görmesini olanaklı kılan kişisel bir sonsuzluğa sahip olduğunu söylemiş ya Dunne, dün bir arkadaşımın anlattığı bir rüya bunu doğrularcasına ürpetti tüylerimi. düşlerdeki detaylar...
sonrası güneşin doğuşundan çok sonrasına dek devam eden ve ağırlığını rüyanın mucizevi varoluşunun oluşturduğu bir sohbet oldu.

rüyayı bitirmeden uyanmak çok feci.

Etiketler: ,

Borges ile Düşde

ferit edgü
"Mutfağa gittim. Çaydanlığa su koydum. Kaynattım. Fincanın içine bir parça tarçın kabuğu ile şeker koydum, getirdim.
Fincanı eline verdiğimde, Borges,
Ne kadar çabuk, dedi. Her şey ne kadar çabuk, gözler gör­mediğinde.
Fincanı, dudaklarından önce, burnuna götürdü. Derin bir so­luk aldı: Ne güzel bir koku. Biliyor musunuz, düşlediğinize göre kuşkusuz biliyor olmalısınız, göz görmediğinde, burun kokuyu daha iyi alıyor.
Hayır, bilmiyordum, dedim. Ayrıca, göz görmediğinde, za­man da geçmez gibime gelirdi, dedim.
Demek insandan insana değişiyor, dedi. Her şey gibi. Ama zaman, körler için de, görenler için de aynıdır sanırım, yanılıyor muyum? (Bir an durdu. Sonra:) Çünkü zaman görülmez.
Küçülmüş, ufacık olmuş, dağılmıştım.
İyi ki gözleri görmüyor, dedim kendi kendime.
Ve, gözleri görmeyen bu adamı orada bırakıp, ayaklarımın ucuna basa basa kaçmayı düşündüm. "

öykünün tamamı

Etiketler:

Salı

amaaaan zaman

yaşıtlarım benim bölgemi terkedeli epey zaman oldu. hemen hepsi yeni yeni sıfatlar kuşandılar ve onların bu yeni kuşanılmış libas ve sıfatları benim bölgeme girmelerine pek imkân tanımıyor ne yazık ki. her me(a)kan(m)'ın kendi kuralları var; girdin mi çıkamıyorsun kolay kolay. büyümenin alametlerinden sıfatlanmak. biz "ne iş olsa yaparım"cılarsa, sokak çocukları misali hayatın; girip çıkıyoruz o mekandan bu makama. bir süredir üniversite öğrencileri ve hatta zaman zaman da lise öğrencileriyle takılıyorum. bugün beraber birkaç saat geçirdiğim; mizah dergisinin sayfalarını beraber karıştırıp, oyunlar oynadığım lise son sınıf öğrencisi kız bana "...... abla, sen kaç yaşındasın?" diye sordu. ve tahmin olarak da 20-21 sayılarını sundu.tabii ben "ehe öhö, iltifat ediyorsun şekerim" gibi içinden alçakgönüllülük içeren duygular taşan cümleleri dizdim arka arkaya. hoşuma gitmez mi, hem de nasıl. dedim "oooooo, yaş gelmiş otuza sen iltifat etmiyosun dalga geçiyosun hatta. şunun şurasında ne kaldı otuza!"
efendim anlaşılacağı üzere (anlaşıldı mı acaba) benim yaşımla hiçbir sorunum yok. benim sorunum benim yaşımdan beklentileri olanlarla. benim sorunum zamanın öçülüp biçilip kesilip dikilip, doğum günü adı altında sürekli yenilenen yaftalarla, sırtımıza asılmasında. yaş umrumda değil ya, umrumda olmasa da, yaşlandıkça yüklenemez oluyorsunuz sokaklar boyu ayaklarınıza.

edit: yazıya göz attığımda bir doğum günü yazısı gibi değerlendirilmeye müsait olduğunu farkettim. not düşüyorum, bugün benim doğum günüm değil. bugün benim tanıdığım hiç kimsenin doğum günü değil.

Etiketler: ,

Cumartesi

"büyük bahçelerin küçük içinde..."e.c.

Hilmi yavuz’un bir kitabı vardı: Fehmi k. nın acayip serüvenleri.. Joseph k. ile gregor samsa karışımı bir adamın başına gelenler.. Dün elimde tahta bir kaşık, vanilyalı kremanın kıvamının tuttu tutmadı arasında yaptığı gelgitlerle gelip gitmekte ve gerilmekteyken; kimbilir nerede bir açık bulup girdi beynimin en kıvamsız yerine. Hikâyeyi hatırlamaya çalıştım, bir taraftan kremayı sertleştirmek için denemeler yapıp tutmamış işte diye söylenirken. Fehmi k. nın aşık olduğu bir kız vardı tamam, bir de gıcık olduğu bir arkadaşı vardı; aşık olduğu hatunu ayartmaya çalışan (galiba). hikâye mühim değil de iyi laflar dönüyordu kitabın yumuşak saman yapraklarında.
/Kitabın kapağı bu düşünüş esnasında sürekli gözümün önündedir takdir edersiniz ki,
kitabın olay anında aklıma gelmesinden ve şimdi de bu olaydan bahsetmeye başlayışımdan itibaren kitap benim için kapağından müteşekkil bir nesnedir. Size bahsederken bilmeyenler için cisimleşemeyen ya da orijinaline uygun cisimleşemeyen bu kitabın orijinal resmi benim zihnimdedir. -Yeşil sarı ve beyaz var bu resimde. Bir de dalgalanmış kalınlı inceli çizgiler. Sonra bir kısmı düz beyaz. Üzerindeyse resim yok sadece kitabın ve yazarının adı yer almakta. Hilmi yavuz. Fehmi k. nın acayip serüvenleri. Bir de yayınevi: AFA. Afa’nın o dönem kitapları zaten hep aynı kapağa sahiptir; renkler ve isimler değişir./
Afa deyince aklıma hemen kelepir gelir. Konur sokak. Kelepir kitabevi. Of ne çok kitap almıştık kelepirden. Ankara’da vardı da diğer şehirlerde var mıydı bilmiyorum. Upucuz kitaplar olurdu kelepirde. Dergilerin eski sayıları falan.. Çok Afa kitabı olurdu, 6 45 ler de epey vardı hani. Hobbit’i oradan almıştım mesela. Butor’un bir kitabı yine 6 45’ten. Oktay Akballar vardı, Leyla Erbiller, Jale Sancak, Boris Vian, Brecht, Pavese, Svevo, V. Woolf vs vs. aklıma gelmeyen niceleri. Konur sokağın üst tarafındaydı bu kelepir. Bir de bahçeli 7. cd de vardı bir kelepir ama oraya hiç girmedim galiba. Sonra yavaş yavaş gözden kaybolarak, bir gemi misali ağır ağır, yok oldu kelepir. Bana öyle geldi. Vardı ve yok oluyordu ve ben görüyordum bu gidişi sanki. Ani olmadı yani. Bir anda gitmedi.
Kelepir vardı eskiden Ankara’da. Sene 1900lerin sonu. 2000lerin başı.
-Girişte sağdaki raflarda uzun uzun kaldığımı hatırladım-
Şimdi kitapçı deyip de dosta imgeye atlanmaz mı? Böyle cıstak cıstak yerler değildi ki oralar eskiden. Kitap kokardı, taksit yapardı. Şimdi her yerde taksitiniz hazır. Ha bir de türkiş pasajımız vardı. Öyle dostla imgeyle falan baş edemezdi onlar. Bir pasajın içine tıkışmış üç beş kitapevi. Camekân önlerinde yere yakınca raflara dizilmiş kitaplar olurdu, yatırılmış hatta. Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş dergiler olurdu. Şimdilerde az buçuk isim yapmış; o zaman hiç duyulmamış yazarları şairleri olurdu o dergilerin. Tüm dergiler her ay olmasa da alınırdı, kimine öykü gönderilirdi kimine şiir. Bir daktilo edinmek de pek sükseliydi canım. Yoksa da, el konmuş bir daktilo olurdu evin bir köşesinde-hala el çekilmiş değil üzerinden- sene ya 95 ya 96’ydı. 1900’lerin sonu yani. Henüz Adilhan açılmamış biz kitap satmaya başlamamıştık. Henüz kitap fuarlarına satıcı olmamıştık. Kitap fuarı deyince pek fakirdir Ankara kitap fuarları açısından. Bir ara dtcf’de oluyordu, bir sene Altınpark’ta tüyap fuarı oldu falan ama pek de içaçıcı organizasyonlar olmadı. Sonra zafer çarşısının sergi salonunda kitap fuarı oldu birkaç defa. İstanbul tüyap kitap fuarına çok özeniriz işte bu eksikliğimiz yüzünden. 97 yılında sanırım, adilhan kitapçılar çarşısı açıldı. 2. el kitapların çoğunlukta olduğu bir çarşı.. Şimdilerde ayağımı kestim ama pek tadı tuzu kalmamış oranın da anlaşılan. Birlik pasajı ise zaten gidici gibi görünüyor. Yakında kitapçıların hepsi kapatıyorlar dükkânlarını. Bir de Kocabeyoğlu pasajının alt katını kitapçılar çarşısına çevirme planı vardı ki daha baştan belliydi fiyasko olacağı. Şimdi bir kitapçı var hala iş yapmaya çalışan. Pek de iş yapmayan bir ayakkabıcılar çarşısının kenarına köşesine kondurulmuş kitapçılardan da pek hayır gelmezdi zaten. Tunalı’da birkaç sahaf. Pasaj içlerinde rastlayabilirsiniz onlara. Hemen her pasajda bir tane var gibi. Bir eskide kalmış kitapçı da sabah kitabeviydi. Bildiğimiz sabah gazetesinin yeriydi sanırım. Maltepeye giderken yani demirtepe civarlarında bir ara’daydı. Ankara’ya ilk internet cafe olayını orası getirmişti. İnterneti bilen yoktu, iş yapamadı. Sene yine 96 falan olmalı. Ya da 95. sonra orası da kapandı hoş bir yerdi ama biraz soğuktu. Uymadı. Oradan Erkan Oğur’un bir ömürlük misafir’ini almıştım. Ada müzik vardı bir de ona ne oldu bilmiyorum. Yasemin’in gül kuruttum’unu, ışığın yansıması’nı falan oradan bulmuştuk. Arayıp da bulamadığımız albümler için birebirdi. Hala bir yerlerde duruyor mudur ki?
-Fark ettim ki Ankara nostaljisine dönüşmüş bir yazının ipine dolanmış bulunmaktayım.- madem Ankara nostaljisi; Sakarya çayocağı vardı çiçekçilerin yeni sahneye doğru inerken sağında -yer seviyesinden biraz aşağıda olmakla beraber tabureleri yol kenarında. Hakan Albayrak, Nihat Genç, Bülent Akyürek falan (çete) oraya takılırlarmış biz yetişemedik o kadarına. (ehe eskiden falan dediysek o kadar da değil yani) ben gökkuşağını bilirim en çok. Bülent Akyürek Nihat genç’i Engürüye, Hakan Albayrak’ı Bosna’ya kaptırmış, gökkuşağının dibindeki tahtında yalnızlığını yaşardı bir zamanlar. Nihat genç’ten de Bülent Akyürek’ten de hiç hazzetmedim. Ama Nihat genç’in romanlarını çok sevdim. Özellikle soğuk sabun, o ufak kırmızı kitap sabun etkisi yapmış gözlerimi yakmıştı. Bu çağın soylusu, one man show ve diğerleri. Nihat genç’in son dönem romanlarını okumadım, hala sever miyim bilmiyorum. Diğer bir çayocağımız da filiz’di. Gökkuşağına gitmemek için mekân aradığımız zamanlarda bulmuş ancak oranın ömrünün kısa olmasıyla yine gökkuşağına rücu etmiştik. Megapol sinemasının biraz aşağısındaydı. Sonra Ankara’nın en iyi kazandibini yapan bir yer vardı. Adı saraydı galiba ama şu meşhur saray değil. Uyduruk bir yer gibi görünmekle beraber kazandibi, Ankara’da ben tatlıcıyım diyen yerlere fark atıyordu. Orası aniden kapandı. Hâlbuki biz sürekli müşterileriydik. Bir tatlıcı daha: Karacaoğlu. Hala var birkaç Karacaoğlu ama onlar kebapçı. Benim bahsettiğim yine aynı marka olan ve geçen yıllarda kapanan Atatürk bulvarındaki beyaz pancurlu Karacaoğlu. Yazın sıcak günlerinde buz gibi üst katında az dondurma yemedik. Oldukça düzgün, cıstak olmasına rağmen bundan rahatsızlık duyurmayan bir mekândı. O zamanlar medya tatlının fıstıklı dondurmalarıysa henüz bozulmamıştı. Biz kısa camel içerdik. Ankara nostaljilerinin en önemlisi bu aslında.Biz gökkuşağında da bizdik, filiz çayocağında da, saray tatlıcısında da, karacaoğlunda da, medya tatlı’da da, türkiş pasajında da, dost kitabevinde de... biz hep kısa camel içerdik. Gün geldi caponlar aldı kısa camelı. Tadı tuzu kalmadı. Zaten pahalıydı. Ankara’da biz kısa camelsız kaldık. Tadımız tuzumuz kalmadı. Bir bozuk pikabım bir de sağlam ünol büyükgönenç plağım var. İkisi birbirini tamamlarsa birgün, belki bir anlık tadı olur hayatın.

Etiketler:

SU ve ZAMAN

ahmet k.

olsa kumlar sayısınca ömrüne hadd ü adet
olmaya şu şişe-i dehr içre bir saat gibi

muhibbi

Sultan o gün Sufi şeyhine şöyle dedi:
"Ey Şeyh hazretleri, bana bugün zaman ile ilgili
bir mucize göster!"
Şeyh, Sultan'ı kırmadı ve büyük bir tas su
g e t i r t t i huzura. Sultan'ın başını tutup
daldırıverdi tastaki suya. Ve Sultan, suyun
ı s l a k l ı ğ ı n ı hisseder hissetmez kendini fırtınalı
bir denizde yüzerken buldu.
A ç ı k denizin ortasında yapayalnızdı. Yüzdü,
yüzdü, o anda canım kurtarmaktan başka bir
şey düşünmüyordu. Ve en nihayet bir gemi, bir
korsan gemisi kurtardı Sultan'ı. Ve küreklerden
birinin başına oturtuldu. Elleri kürek tutmaktan
kanayıp nasır tutarken iki yıl geçti. Ve
sultanlığına dair hatırladıkları Şeyh'in
kendinden emin görüntüsüyle bitiyor, Sultan bu
gemiden kurtulur kurtulmaz Şeyh'in boynunu
vurdurmayı kuruyordu. Küreklerin her
çatırdayışında Şeyh'in çıplak bedeninin
darağacında rüzgarla sallandığını hayâl
ediyordu. İki yıl sonra sultanlığından çok uzak
bir limana yaklaşınca, firar etti. Günlerce
ormanlarda koştu durdu. Ve sonra talihi yaver
gitti: bir kasabaya yerleşti, bir kadınla evlendi.
Karısını çok seviyordu. Fakat bazı geceler
ateşin karşısında dalıp dalıp eski hükümdarlık
günlerinin alemlerine gidiyor, karısının onu
dürtüklemesiyle artık çok eskiden görülmüş bir
rüya olduğuna inanmaya başladığı bu
hatıralardan (hatıra denir mi artık bunlara)
sıyrılıp küçük kulübesinde bir köylü uykusuna
dalıyordu. Yorgun, ağır... Birkaç yıl sonra ilk
çocukları dünyaya geldi. Topaç gibi bir oğlan...
Ve sonra ikinci oğlan. Oğlanların eğitimine
verdi bir süre kendini. Sonra onlar biraz
büyüyünce ticareti denedi. Başarılı oldu. Bir
kaç yıl sonra kasabanın en zengin adamı
olmuştu. Kasabanın kuzeyinde dağların hemen
eteğindeki gölün kenarında bir ev yaptırdı. Bu
ev riiyalarındaki sarayın küçük bir
minyatürüydü sanki. Çevresinde dört mevsim
dört meyve veren ağaçlar, güzel beslenmiş
hayvanlar vardı. Ve artık yaşlı bir adamdı.
Bir sabah, namazını kıldıktan sonra canı göle
girip biraz serinlemek istedi. Küçük tahta
iskeleden kendini gölün saydamlığına bıraktı. Su
soğuktu. Dibe gidince hafifçe ürpermişti. Etraf
bulanıktı.
Ve Şeyh Sultan'ın başını taştan çıkardı.
Sultan Şeyhe ne yaptı bilemiyoruz. Fakat
bunun gibi öykülerin benzerlerine sık sık
rastlıyoruz. Yine bir ırmak kenarında testiye su
dolduran adamın nehrin öte tarafında gördüğü
bir dilberin peşinden gidip, onunla evlenip,
çoluğa çocuğa karışıp ve son yaşında tesadüfen
o ırmağı geçip döndüğünde doldurmaya çalıştığı
testinin sanki birkaç dakika önce oraya
bırakılmış gibi öylece durduğunu görmesi gibi.
Şifre sanki su ve testide. Belki de her ikisinde.
Heraklit'i anmamak mümkün mü? Fakat bu
hikayelerde ırmaklarda, göllerde, tastaki sularda
hep iki kere bulunuyor insan.
Miraç olayı ise bambaşka bir düzlemde fakat
aynı temaya sahip bir öykü. Bilirsiniz ışıktan
(nurdan) bir at olan Burak yeryüzüne iner. Hz.
Muhammed'i sırtına alır, gökyüzüne
yükselmeye başlar. Fakat o sırada.ayağını bir
testiye çarpar. Göğün ya da cennetin katlarına
kanatlanan Hz. Muhammed her katta birçok
peygamberle, ermişle konuşur, sohbet eder,
onlara misafir olur. Ve en üst kata çıktığında
Allah'la karşılaşır. Daha doğrusu Allah Hz.
Muhammedin omzuna dokunur ve O gerisin
geriye Burak'ın sırtında yeryüzüne geri döner.
Burak onu aldığı noktaya bırakır ve Hz.
Muhammed devrilmeye başlamış olan testiyi
düşmeden tutar. Bir testinin yere devrilişini
düşünün. Mirâc'ı düşünün. Fakat akıp giden
sudaki sır belki de sadece bir tas suya bakıp
geleceği gören falcıların bildiği bir sırdır
kimbilir. Biz yine de saatlerimizi Greenwich'e
göre ayarlayalım.
hayalet gemi-zaman
aralık 1992

Etiketler:

Cuma

son sözler'i'm'

/hızla saplanan bir merminin yarattığı sersemlik üzerine saçmalananlar

uzun defterler okudum
uzun harflerle yazılmış
uzun adamlar geldi sonra uzun uzun konuşarak
kısalıverdim
uzun değildir konuşmanın sesi
konuşma değil bu kuyuya doluşan karanlık
alçalan bulutları var gökyüzünün
sana değip geçen
bazı bulutlar öyledir
değip geçerken
lütfen
bırakma
değip geçerken
değişir bulutlar sonra
değişir lütfen
çok geç
abıölüm
geciktin dünden
tam kenarından kırıldı cümle
bir şarkı dönerken başucunda
her şeye lanet olsun
cümlelere ve kelimelere
harflere and olsun
tam ucundan kemirilirken yaşam
işte tam burasında
burgun sızılar /bulutlara doluşsun

Etiketler:

Perşembe

üsküdar, 1998

gecen

kendimizi avutma yollarından biri de geçmiştir.
kendimizi unutma yollarından biri olur kimi zaman.

kafası bulanık bir insanın kimi postları editlenmeye mahkumdur, ya da sayısız postlar yollanır hayata birbirini nesheden..

Etiketler:

Çarşamba

ilgileniyormuş gibi yapmalarbilgileniyormuşgibiyapmalar


yok ya ben fena halde sıkıldımbişeyyapmalıperectavanarasındançıkartıkyıldızları göremeyen bir adam var orada.


dönüşleri sevmem-dir.keşke hiç bitmeseler-dir. sevdiğimden değil dönüş tamamlanmasın diye-dir. aynı olmasın diye-dir. hep gitsekhiçdönmesek-dir. kalan olmak kötü-dür.giden olmak iyi-dir.




işbu post'a edit:
postun dumanı tüterken-post üzerine- başlanmış, bitirilememiş, bitirmek ne mümkün devam edilememiş bir dialogdur:

ayf:
üf niye bitişik yazıyorsun
life of a camel:
sayfaya mı girdin
ayf:
evet
life of a camel:
akış işte
life of a camel:
ööle gerekiyo bazen
ayf:
kalmakla gitmek arası nedir
life of a camel:
dışardan gelen olmak
ayf:
içinden dışardakine yer var mı ki
ayf:
o kadar dayanıklımıdır
life of a camel:
gelenler hep dışardandır zaten
life of a camel:
gidenler döndüyse o içerden sayılır
ayf:
işim çıktı
ayf:
sonra görüşürüz
life of a camel:
görüşürüz
ayf:
gelirim
life of a camel:
ben de giderim
life of a camel:
belki gelirim

Aşağıdaki ileti tüm alıcılara teslim edilemedi:
belki gelirim

Etiketler: ,

Salı

zaman üzerine çeşitlemeler


mehmet ergüven

...

Fotoğraf tarihi, bir bakıma, model ile zaman arasındaki ilişkinin öyküsüdür; başlangıçta sadece poz vardır; fotoğraf makinesinin teknik olanakları bundan ötesine izin vermez çünkü; bu da, aygıtın kapasitesi ile model arasındaki zorunlu mutabakat, daha doğrusu poz süresinin kendiliğinden örtüşmesi bakımından, bugün imrendiğimiz bir sahicilik (katıksız naivite) bahşetmiştir ilk fotoğraflara.Poz, modelin özgür iradeyle el koyduğu zamandır; kamera bu durumda yalnızca fiili varlığıyla önünde duranın değil, kendisi için bekletilen zamanın da kaydını üstlenmiştir. Oyunculuk eğitiminin özünde, bu bekletilen zamanın kamuflesi yatar; duran zaman, akıp gitmekte olanın illüzyonudur burada. Bel­gesel nitelikli bir fotoğrafı inandırıcı kılan olgu, temelde zaman akışının yanılsamasıyla bağıntılıdır - kameranın gafil avladığı şey, modelin denetiminden çıkmış olmaktan ötürü bekletilme şansını yitiren zamandır.Ne var ki, inandırıcı olsun ya da olmasın, fotoğraftaki akan zaman bir illüzyondur son tahlilde - ve ortaya çıkan sonuç, doğal olarak bunun izlerini taşır hep. Görünüşe bir anlık müdahale, ona başka açıdan değil, yoktan anlam ver­mek zorunda bırakmıştır bizi; suretin aslından daha çok yoruma muhtaç olma­sı bundan kaynaklanır - duyarlı levhada yerini alan yüz, gerçek örneğinden her daim daha kışkırtıcıdır.Gerçeğin, fotoğraftaki görüntüde ayrıştığı gerçeklik tarafından soğurulması, içeriğini (anlam) öznel yaşantı ve bilinç niteliğine göre belirleyebileceğimiz bir biçim'in tecessümüyle noktalanır - gerçekliğin sanat yapıtındaki tezahürü, görünürdeki içeriğini her an silkeleyip atmaya hazır oynak (uçarı) biçime çıka­rılan davetiyedir.

...

cogito, 1997

metnin tamamı

Etiketler:

Pazartesi

takvimler bir şeylere adanmış günlerle dolu. allahtan hepsi sevgililer günü, anneler günü, babalar günü kadar popüler değil (henüz). sevgililer günü bu yılın geride kalan en popüler saçmalığıyken bir anneler günü daha geride kaldı onunla beraber. yerini yaklaşık bir ay sonra yaşatılacak babalar gününe bırakarak. içimi bulandıran, ne yana baksam karşıma çıkan anneler gününe dair alakasızca alakalandırılmış cümleler, babalar gününde yeniden çıkarılmak üzere kaldırıldı raflara. insanların böyle yapay günlere anlamlar yükleyebilmesi, bunu kutlamaları ve bununla mutlu olmaları benim anlayamayacağım birşey; tıpkı kandiller gibi.. geçmiş ve gelecek tüm günleriniz kutlu olsun. yeter ki siz mutlu olun.

Etiketler:

Cuma


san ki darir zatoichi, sanma ki darir borges


bil ki,
göremiyorsun hiçbirşeyi

Etiketler: ,

Perşembe

İSLAM DÜŞÜNCESİNDE KUTSAL [ZAMAN] KAVRAMI II

Salih Özer

A.2. İslam Kültüründe Zaman Kavramına ilişkin Kimi Yaklaşımlar ve Diğer Dinsel Geleneklerle Karşılaştırılması:

Müslümanların tarih içerisinde zamana ilişkin olarak ne tür değerlendirmeler yaptıklarını ele almak kolay olmadığı gibi bu konuda genel geçer bir yorum bulmak da mümkün değildir. Örneğin İslam felsefecilerinden Kindi’ye (ö. 260/873) göre zaman, maddi cisimlere bağlı olduğundan sonludur, zira maddi cisimler sonludur. Zaman hareket değildir, o, hareketi ölçen sayıdır (Tempus ergo est numerus numerans motum); çünkü o, önce ve sonradan başka bir şey değildir. Sayılar iki türlüdür: Bölünebilir ve sürekli sayılar. Zaman bölünebilir türden değil, sürekli olandır. O halde zaman, geçmişten geleceğe doğru devam eden farazi anlar olarak tanımlanabilir. O, anlardan oluşan sürekliliktir. İhvan-ı Safa (300-?), zamanın bağımsız bir varlığının olmadığını, onun ancak hareket halindeki cisimlerle ilişkisi içinde kavranabileceğini ileri sürer. Zekeriyya er-Razi’ye (ö. 313/925) göre ise zaman ezelidir. O akan bir cevherdir. Razi, zamanı ikiye ayırır: Mutlak ve sınırlı (maksur) zaman. Mutlak zaman, süredir (ed-dehr), ezelidir, işlemektedir. Sınırlı zaman, gezegenlerin hareketindendir. Sürenin işleyişini tasavvur edersen mutlak zamanı kafanda canlandırabilirsin. Gezegenlerin hareketini tasavvur edersen sınırlı zamanı kavrarsın. Gazalî (505/1111) ise âlemin ezeliliği konusuyla bağlantılı olarak zamanın âlemin yaratılmasıyla birlikte yaratıldığını, filozofların zamanı sonsuz kabul ederken mekânı sonlu kabul ederek çelişkiye düştüklerini, boş bir zamanı düşünmenin de imkânsız olduğunu görmeleri gerektiğini söyler. İbn Rüşd (595/1126), âlemin yaratılmış olduğunu anlamaları için Allah’ın kulları için ortaya koymuş olduğu Şer’î yolların, Şâhid ve temsil yolları olduğunu, Şâhid’de misali olmayan bir şeyi insanların anlamasının imkânsız olduğu için Allah’ın âlemi bir “zaman” içinde yarattığını, onu bir “şey”den yarattığını haber verdiğini; zira dış âlemde bu nitelikte olmayan bir varlığın olmadığını söyler. Muhammed İkbal, zaman kavramının her dönemde İslam düşünür ve mutasavvıflarının dikkatini çektiğini söylemekte ve bunu iki sebebe bağlamaktadır: Birincisi, Kuran’a göre gece ve gündüzün peş peşe gelişinin, Allah’ın en büyük belirtilerinden biri olmasıdır. İkincisi ise, bir hadiste, Allah’ın, Dehr’le (yani zamanla) eş tutulmasıdır. İkbal, zamanı anlamak için bir duyu organına sahip olmadığımızı söyleyerek zamanın bir çeşit akış olduğunu ve onun gerçek bir dış varlığının olmadığını söylemekte ve soyut düşünen Yunan aklı ile somut düşünen Arap aklı arasında kıyas yaparak İslam kültüründeki zaman kavramının bu farklılıktan payını aldığını ima etmektedir.
...

makalenin bu bölümünün tamamı

Etiketler:

İSLAM DÜŞÜNCESİNDE KUTSAL [ZAMAN] KAVRAMI

salih özer

A.ZAMAN KAVRAMI
A.1. Gelenekler ile Modernitede Zaman Kavramı Üzerine Birkaç Söz
...
Edward T. Hall, zamana ilişkin kavramların bir kültürün kimliğini oluşturan inançlar ve değerler çekirdeğine ait olduğunu söyler. Dolayısıyla zamana ilişkin yaklaşımların inanışlarla ve hayata ilişkin bakış açılarıyla sıkıca ilişkili olduğu söylenebilir. Nitekim gelişme düşüncesi evrimsel zamandan çıkmıştır; keza uygarlaşma, evrim, modernleşme gibi terimler de bu anlayışa aittir.
Eliade genel olarak dinler için zamanın türdeş olmadığını, zira bu zamanı bölen, olağanüstü durumlar, anlar (kutsal zamanlar) olduğunu söyler. Bunlar dindar insan için önemlidir. Nitekim kültürlerdeki gittikçe bozulan zaman kavramı, zamanı eşdeğer görmeyen bir bakışın uzantısıdır. Tarihçi Jacob Burckhart, antik dünyanın, içinde yaşanılan dünyanın kendisine oranla sürekli bozulduğu bir Altın Çağa/döneme inandığını, günümüzde ise “şimdi” ve “gelecek” lehine bir mükemmelleşme (gelişme/progress) teorisinden bahsedilebileceğini kaydeder.
Modernlik öncesi zaman anlayışında, tabiatla iç içelik vardır; yani hayatın ritmini, doğal döngüler belirler: Sosyal hayat güneşin doğuşuyla başlar ve batışıyla sona erer. Dolayısıyla zaman mesafelerini belirlemek, saatle değil, gün ışığının uzunluğuna dayandırılır. Belirleyici şeyler; yıldızların hareketleri, med-cezir, yağış-kuraklık zamanları, mevsimler, gün-gece, nesiller vesairedir. Modernlik öncesinde zaman, gün, saat, dakika ve saniyelerin toplamı değil, olayların ve tecrübelerin bir ilişkisiydi ve dikkati çeken olaylarla işaretlenirdi. Öyle ki kroniklerden çıkarılacağı gibi 17. yüzyıla kadar bile insanların sadece çok az bir kısmı doğdukları yılı numaralandırmaktadır. Zaman insanların mülkü değil, Tanrınındı. Bütün canlılara zamanlarını O verirdi. Jean Baudrillard’ın da belirttiği gibi aslında ilkel toplumlarda zaman yoktur; bu toplumlarda zaman, tekrarlanan kolektif etkinliklerin ritminden (çalışma ve bayram ritüelleri) başka bir şey değildir. Zaman, bu etkinliklerden koparılıp, öngörülen-güdümlenen geleceğe yansıtılamaz.
...
bu bölümün tamamı
devamında:

İslam Kültüründe Zaman Kavramına ilişkin Kimi Yaklaşımlar ve Diğer Dinsel Geleneklerle Karşılaştırılması

Etiketler:

Cuma

düşündüm de;

son öykümü 3 sene önce yazmıştım. gayri ciddi, pek sevgili karileri tiye alan bir öyküydü ve iki yumurtanın ve bir yumurta yiyenin gününü anlatıyordu. aynı günlerde yazdığım diğer bir öykü de uyandığında kendini kendi şehrinde bulan fakat herkesin ortadan kaybolmuş olmasından dolayı onun için hiçbirşeyin aynı olmadığı bir adamın bir gününü anlatıyordu. bu öyküleri pek önemsememiştim zaten, ancak önemsediğim öyküler çok daha öncesinde -5, 6 yıl?- kaldı.
hayatının karışıklığı kafasına vuran bir insan olarak, başı sonu olan ya da belirli bir düzene sahip yazıların elimden çıkması beklenmemeli tabii benden. ben kendimden uzun süre beklediysem de artık umudumu kesmiş ve bunu kendime itiraf etmekte olan biriyim şuan. karışık bir hayatta hiçbirşeyi hiçbiryere oturtamıyorsunuz. sağlıklı şeyler düşünüp sağlıklı kararlar veremiyorsunuz. belki bu yüzden insanlarla ilişkilerinizi düzenleyemiyorsunuz.

bir de bu aralar fena halde yağmur-deniz-gri modundayım. istanbul şu sıralar tam bana hitap ediyor olabilir. uzun zaman oldu..

ankara da fena değil ama ben istanbul'u özledim işte.

Etiketler: ,

Çarşamba

"ne çıkar siz bizi anlamasanız da
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
eh yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da"

e. cansever

Etiketler:

anlamlarulaşmıyorbanaulaşamıyorum
onlaraanlamınıyitiriyorherseyyitiriyorum
eskimieskimdimyendimyenildimveyeni
lendimanlamımıyitiriyorumanlamlarımıbit
tiriyorumartıkhicbirseyeskisigibidegil
evetbendedeğilim

Etiketler:

işteyinesabahsimitçiçocuklarbağırıyoren
anlaşılmazsesleriyletekistediğimhuzurza
tenherşeyihalletmişolmakdemekolanhuz
urbiryerdesökükoluşmuşsaarkasıgeliyor
muhakkakominikyırtıkkocabirdeliğedönü
şüyorfarkettirmedenyamamakyadaatmak
yapabileceklerinyanihiçbirşeyeskisigibiolm
uyoreskisiibiolmasınönemlideğileskininçok
idealolduğunusöyleyememzatensadecehuz
urolsun

amahuzurodeliktenkaçıpgidiyor

Etiketler:

Pazartesi

yapmakistemesendeyapıyorsun
hayatdevamediyorbudevamlılığın
içerisindeyeralıyorken
dışındaymışgibidavranamıyorsun
sinekyüzünedoğrugelirken
elinleonusavuşturmakkadar
doğalherşeyyaşamakbirreflex.
.olmaktançıkabilirdereflekslerini
yitirebilirinsanbudabirçeşitdoğal

Etiketler: