zm_ndd

Pazartesi

Etiketler:

Etiketler:

Etiketler:

Pazar

rastgele 'edip'

edip cansever

"zamanlar geçtikçe neden
mutluluk mahzunluk oluyor fotoğraflarda
acaba
keder mi, acı mı, hüzün mü dünyanın rengi
mahzunluk mu yoksa yaşam
ve doğruyu söyleyen yalnız
o mu, rilke mi
ölümünü içinde taşıyan
aşk mı yokettiydi kocamı
-ah aşkların çocuk bahçesi
neden ömrün çok kısa-
oysa
başlamak ne kadar güçtür, ne kadar incelikli
sürdürmek, sadece sürdürmek
öylesine kolay:
hiçbirşey olmamış gibi
kalp atışları, saat zembereği
yıllar yıllar yıllar
çözülmemiş bir bıkıntıyla birlikte
kalıcı bir gülümseme yapıp da sevgisizliği..."

senihanın günlüğünden/II'den...

Etiketler:

Cumartesi


Çantaları severim, hatta beğendiğim yerde almak için kendimi ve çevremi ikna çalışmalarına girerim fena halde. Ancak taşımayı aynı oranda sevmem. Çanta taşımaktansa cüzdanımı, telefonumu fotoğraf makinesini not defterimi mendilimi, varsa kitabımı –komik şişkinlikleri, kabaca çıkıntıları göze alarak- ceplerime doldurmayı yeğlerim çoğu zaman. Yüzükleri kolyeleri bilezikleri de severim; ama aynı çantalar gibi onları da taşımak bir yüktür genellikle benim için.
Bugün kızılaya yürürken cebimden ucu çıkmış kitaba, hangi cepte olduğunu anımsayamadığım telefona, yer yer çıkarmam gereken cüzdana aklım takıldıkça bunları düşündüm. Sonra yine gökkuşağı. Bir açık çay. İki sigara-216-. Ay’fer. Biraz sohbet ve ev yolu tekrar.
Yolda bir süre “ye-ni sah-ne kapa-tı-la-maz!” sesleriyle akan bir kalabalığa eşlik ettim. Kapatılabilir belki ama kapatılmasın tabii. Sakarya’da yeni sahne’nin önünde ellerinde aylık programlarla oturmuş oyun seçmeye çalışan insanlar hep olsun. Kapatılmasın ki gözümüzün görebildiği kültür mekanları çevremizden iyice uzaklaşmasın.. kalabalıkla beraber yürürken, böylesi bir topluluğu özlediği hissettim. O, bir yere ait olma duygusunu… bu aitliğin insana verdiği coşkuyu ve gücü.. sonra ilk ‘eylem’imi hatırladım. Üniversitenin ilk yılında D.T.C.F.’nin bahçesinde… ellerimde bildiriler… sonra Kızılay yürüyüşleri, dillerde sloganlar.. aileden gizli yürüyüşlerde aileye yakalanmalar.. hatırladım ve gülümsedim. Yıllar oldu böyle bir kalabalığa karışmayalı.
Sonra ayakları izledim bir süre. Hep sivri uzun burunlu kadın ayakları.. her yerde onlar.. sivri burunlu ayakkabılar giyemem ben. Ayakkabılarımın burunları yuvarlak olmalı, o da kesmez beni yuvarlak ve aynı zamanda kalkık olmalı. Yoksa kendimi acayip komik hissederim, rahatsız olurum. Pantolonun ucundan paçayı kaldıran bir parçası çıkmazsa ayakkabının eksik kalırım sanki.
İşte böyle…

Etiketler:

keşke 7 yaşında tuttuğum günlüklerdeki gibi düz ve sancısız olsaydı yaşamak:
"sabah kalktım. elimi yüzümü yıkadım. suriye kanalında çizgi film izledim. v.s. v.s...."
böyle başlardı tüm günler; haliyle sabah kalkılır, haliyle bir lavabo ziyareti yapılır ve 'çocukluk haliyle' çizgi filmler izlenirdi. suriye'den izlenirdi; çünkü suriye'nin çizgi filmleri daha güzel gelirdi; çünkü sınır kentiydi, nusaybin'di . geceleri silah sesleri dinlenir, gündüzleri suriye kanallarından çizgi film seyredilirdi. bazı geceler bazı çocuklar ölürdü. bazı geceler bazı büyükler de ölürdü. her gece birileri ölürdü. ya hedeflenmiş bir bedene saplanırdı kurşunlar ya da hedefini şaşırır ve evinin damında uyuyan insanlardan birine isabet ederdi. bazen mayınlı bölgede birileri havaya uçar bazen de geceleyin sınıra yaklaşmış olan bir vatandaş pkklı zannedilip öldürülürdü. pkk vardı.. ben çocuktum.. her ölüm zamanlıydı ya aslında, yine de bu zamansız ölüm haberlerinin bir iğne batımı acıtmasının dışında bir derdim yoktu hayatta.
çocukluktu belki öldüresiye sevmek bir kuşu eline aldığında...

Etiketler:

Cuma


"ama, kendilerini yavan bir dinginlik, sonsuzluk duygusuna bıraktıkları, hiç bir gerilimin bozamadığı, her şeyin dengede durduğu, hoş bir yavaşlık içinde bulunduğu böyle anlarda, sevinçlerinin gücü, kendinde geçici ve dayanıksız olan ne varsa hepsini öne çıkarıyordu. her şeyin bir anda yerle bir olması için çok büyük bir olay gerekmiyordu: en küçük uyumsuzlukta, basit bir kararsızlık anında, fazla kaba bir işaretle mutlulukları paramparça oluyordu: hep neydiyse yine o oluyor, bir çeşit sözleşme satın alınmış bir şey, zavallı, kırılgan bir nesne, onları şiddetle, varoluşlarındaki, öykülerindeki en belirsiz, tehlikeli yana gönderen basit bir soluklanma anı olup çıkıyordu."


şeyler,
george perec,
metis, 1998.

Etiketler:

Kaç çeşit zaman var?


Edward hall

Bazı şeyler kendilerini basit, düz bir betimlemeye kolayca bırakmazlar. Za­man da bunlardan biridir. Zaman konusunda ciddi yanlış anlamalar vardır, bunlardan birincisi de onun tek bir şey olduğudur. Zaman, Newton'un sandığı gibi değişmez bir sabit değil, çok geniş bir fenomenler yelpazesini kapsayan bir kavramlar, olaylar ve ritmler yığınıdır. Bu yüzden, zamanı sınıflandırma işi, İn­giliz E. E. Evans-Pritchard'ın Afrika'nın bağımsızlığını kazanması konusunda söylediği gibi, "güçlüklerle kaynayan" bir iştir. Mikro çözümleme düzeyinde, dünya yüzündeki insanların sayısı kadar farklı türden zaman olduğu söylenebilir; oysa biz Batı dünyasındakiler zamanı tek bir şey olarak görürüz. Bu doğru değildir, ama biz öyle anlarız.
Zamanın "doğası" üstüne sonsuza kadar felsefe yapılabilir. Böyle bir işe kalkışmak mümkün ve kimi zaman aydınlatıcı olsa da, ben bundan farklı bir yaklaşım benimsemenin daha verimli olacağını düşünüyorum. Benim yaklaşımımda davranış sözden önce gelir. İnsanların, örneğin teori kurarken yazıp söylediklerine değil de gerçekte ne yaptıklarına baktığımızda, yaşanan zamanla düşünülen zaman arasında derin bir uyuşmazlık olduğunu hemen görürüz. İn­sanlar birbirinden çok farklı şeyler yaparken (kitap yazarken, oyun oynarken, yapacaklarını planlarken, seyahat ederken, acıkırken, uyurken, rüya görürken, düşünceye dalarken, törenlere katılırken) bilinçsizce ve bazen de bilinçli olarak farklı zaman kategorilerini ifade ederler ve bunlara katılırlar. Örneğin, fiziksel ve metafizik zaman olduğu gibi, dinsel ve dünyevi zaman da vardır. Einstein'ın teknik anlamda tanımladığı zamanın -yani fizikçinin zamanının- mühen­disleri ilgilendiren ya da teknolojik zamanla aynı olmadığı da çok açıktır. Mü­hendislerin olabildiğince titiz olmaları gerekse de, olağan koşullarda, Einstein'ın zamanının göreli olduğunu ve saatin ışık hızına göre ne hızla hareket etti­ğine bağlı olduğunu hesaba katmaları gerekmez. Sonra, uçak yolculuklarında evreleri bozulan, hakkında çok şey işittiğimiz biyolojik saatler vardır. Jetle uzak bir mesafeye uçup zaman gecikmesine uğrayan herkes, iki zaman sistemi -bi­yolojik saatin zamanı ile gidilen zaman diliminde duvardaki saatin gösterdiği zaman- arasındaki çatışmaya bizzat tanık olmuştur. Amerika'nın batı kıyısın­dan Avrupa'ya giden biri, tam da tetikte olması gereken bir toplantıya ya da konferansa katılacağı gün ortasında üstüne bir yorgunluk çöktüğünü farkedip dehşete düşer. Bedeni kendi biyolojik ritmine göre bütün geceyi ayakta geçir­miştir ve ona göre şimdi saat sabahın altısı ya da yedisidir! Yeni zaman dili­minde saat kaç olursa olsun, kişiyi hangi iş beklerse beklesin, beden "şimdi ya­tıp dinlenme vakti" diye feryat etmektedir.
Başka bir deyişle, yüzeydeki görünür kültür düzeyinde olduğu kadar çe­kirdek kültür düzeyinde de, sanayileşmiş bir dünyada yaşayan çoğumuzun, ta­nımlanabilecek dokuz zaman türünden altı ilâ sekizini ayırt ettiği ve kullandığı gösterilebilir. Burada bir halk taksonomisinin zemininde bulunuyoruz. Halk taksonomileri kimi zaman sanıldığından daha önemli şeyler içerirler ve insan­ların asıl düşünüş ve davranış tarzları ile filozofların ve toplumsal bilimcilerin yaydıkları sınıflama sistemlerinden daha uyumludurlar. Dinsel, dünyevi, meta­fizik, fiziksel, biyolojik ve saatin gösterdiği zamanlar vardır, ama bunların bir­biriyle ilişkisi ve her birinin yaşamımızı nasıl etkilediği konusunda neredeyse hiçbir fikrimiz yoktur. Üstelik, Avrupalı ve Amerikalıların pek az haberdar ol­dukları, en azından iki zaman kategorisi daha vardır. Örneğin, hepimiz sonsuz bir ritmler ağıyla birbirimize bağlı durumdayız: ana-babaların çocuklarıyla, in­sanların işte ya da evde birbirleriyle ilişkilerini etkileyen ritmler. Ritmlerin yanısıra, bazıları birbirine karşıt, su ile yağ gibi birbirine karışmayan, daha geniş kültürel modeller de vardır.
Bu farklı zaman türleri, aralarındaki ilişkileri tutarlı bir sistem halinde gös­terecek şekilde, akılcı bir yoldan nasıl sınıflanabilir? Bunun için, farklı zaman sistemlerini simgesel olarak birleştirme işini kolaylaştıracak bir mandala dü­şündüm. Mandalalar, insanoğlunun sınıflama amacıyla kullandığı belki de en eski araçlardır; genellikle daire ya da kare biçimindedirler ve matematikte ki matrislere benzerler. Mandala kullanmaktaki başlıca amaç, değişik fikirler ara­sındaki bağlantıları kapsamlı bir şekilde ve doğrusal olmayan bir yoldan gös­termektir.
Mandalalar, ilişkili oldukları sezilen ama daha önce hiç bir arada düşünülmemiş, aralarında bağlantı kurulmamış ya da kapsamlı bir sistem halinde bütünleştirilmemiş, birbirine benzemeyen eylem grup ya da çiftleriyle ve paradokslu ilişkilerle ilgilenirken özellikle yararlıdırlar. Ben farklı zaman türlerini sınıflamak için birçok yolu denedikten sonra, mandalanın en umut verici yaklaşım olduğunu gördüm. Mandalanın yasamda karşımıza çıkan gerçek ilişkilere mümkün olduğunca uyması gerektiğinden, doğru bileşimlere ulaşmak çok önemlidir. Benim zaman içinde geliştirdiğim mandala, şekilde görüldüğü gibi, şimdi birbirini tamamlayan dört çiftten oluşmaktadır. Burada, genel olarak simgesel temsil ve özel olarak bu mandala hakkında birkaç şey söylemeliyim Simgeler her zaman araç olarak
görülmeli ve simgeledikleri olaylardan bilinçli bir şekilde ayırt edilmelidir. Sözcükler ve matematik cinsleri, böyle araçların nasıl gerçek olayların kullanılamayacağı şekilde kötü­ye kullanıldığının klasik örnekleridir. Albert Einstein'ın deyişiyle, zaman basitçe saatin söylediği şeydir ve saat herhangi birşey olabilir: bir kıtanın sürüklenişi, öğle vakti birinin midesi, bir kronometre, ayin zamanlarını gösteren bir takvim ya da bir üretim çizelgesi. Kullandığımız saatler, kişisel yaşamımızdaki değişik ilişkilere bağlıdır. Burada­ki mandalanın her bölümü de birbirinden çok farklı saat türlerini temsil etmek­tedir. Böyle anlaşıldığında ve değişik zaman sınıfları dikkate alındığında, bir kategorinin (yani bir saat çeşidinin) anlaşılmasını sağlayan kuralların bir başka kategoriye uygulanamayacağını görmek önemlidir. Fiziksel (bilimsel) zamanı onun karşıtı olan metafizik zamanın terimleriyle (ya da tersi) anlamaya veya dinsel zamanın kurallarını dünyevi zamana uygulamaya çalışmak, boşuna bir çaba olacaktır. Bu zaman sınıfları, farklı yasaları olan farklı evrenler gibidir. Mandala, onların farklı doğalarını ve aralarındaki ilişkileri ifade etmektedir.
Farklı zaman türlerini açıklarken, ortalama okuyucunun her bir başlık al­tında neyin anlatıldığını kavramasını ve üzerinde düşünülen saat türüyle ilgili genel bir fikir edinmesini sağlayacak betimlemeler vermeye çalışacağım.Biyolojik Zaman
Dünyada yaşamın başlamasından önce (yani tahminen 2 ilâ 4 milyar yıl önce), küçük gezegenimizin kendi ekseni etrafındaki dönüşünün yol açtığı ay­dınlık ve karanlık dönemler, yaşamın içinde evrildiği çevrenin önemli bir par­amı oluşturan bir dizi döngüden yalnızca bir tanesini temsil etmekteydi. Denizin gelgitleri ve dünyanın güneşin etrafında dönerken eksenindeki eğilmenin yol açtığı mevsim değişiklikleri de yaşamın başlangıcındaki bir dizi başka saatın temelini oluşturmaktaydı. Bunların yanısıra, güneş lekesi döngüleri ve dünvanın ilkel atmosferinin dev bir hayvanın nefes alışına benzeyen kabarıp
büzülmeleri, ilk yaşam biçimlerinin önce kendilerini uydurup daha sonra da içselleştirdikleri ritmik çevresel değişimlerdi.
Bu andan sonra, zamansız, ritmik olmayan bir dünyada gelişen hiçbir yaşam biçimi ortaya çıkmadı ve çıkamazdı. Işıkla karanlık, sıcakla soğuk , ıslakla kuru arasındaki bu ritmik değişimler, sonraki yaşam biçimlerine sahneyi hazırlayan nitelikleri ilk yaşam biçimlerine dayatan değişimlerdi, çevredeki değişimler olmadan, karmaşık yaşam biçimleri ortaya çıkamazdı.
* Kaynak: Edvvard T. Hail, The Dance of life, Anchor Press/Doubleday, Garden City, New York 1984, p. 13-28.

cogito, 1997

Etiketler:

Perşembe

hiçbir şey imkansız değil; ancak mümkün olmayan şeyler de var...




hiç önemi yok, gerçekten... çay olsun yeter hayatta.




dünya üzerindeki insan acıt(ıl)malarının yükünü neden sürekli kalbimle karnım arasında biyerlerde hissediyorum?




verilmemiş ihtimallerle dolu hayat.




idam bekleyen insan yüzleri gülümseyebilir mi fotoğraf makinesine bakarken?

Etiketler:

Çarşamba

kimseyi ıskalamadan, yüzlerine bakarak, adımlarına çarparak... -topuklu topuklu yüksek yüksek sivri sivri burun burun çizme çizme adımlar- güneşe göz kırparak, elimi cebime atarak, güneşten güç alarak, baharla konuşarak,
yürüdüm. yürümenin alabileceği şekiller devrildi adımlarımda. yollar kırışık... merdiven basamak cami yokuş kazındı iliklere. kıyıda armut kokulu çınar. elime bulaşan bulut artığı. turuncu günlerle gelen dalgınlar.

Etiketler:

Salı


Kurutulmuş kelimelerdi defter araları.
Unutulmuş.

Unutup da geldik buraya. Kuruttuğumuz bedenlerimizi unutmanın onarıcılığıyla iyi ettik. Kuru ve kırılgandık; kırıldık. Un ufak olduk dokunulduğumuzda. Defter aralarından döküldük. Sonra unuttuk ve doğrulduk.
Kelimeler söze dönüştü. Söyledik ve söylendik. Söylentileriydik hayırsız evetlerin.
Evlerle çevrildik; öykülendik. Öyküler hayatın bir yüzünde kaldı, biz kelimelerde kaldık. Hayat diğer yüzünü saklarken unutuşa biz kapının içinde kaldık. Dışına çıkamadık evlerin. Evleri camlandırdık. Camlar cansız kaldı, anlamlandıramadık. Camlardan sığamazdık. Kapıları açamazdık. Duvarlar zaman doldu, zamanı aşamadık. Zamansız ölümlerdik, zamansız yaşamadık. Kolumuzda gardiyanlar, kendimizi teslim ettik. İzimizi süremedik. Duvarları sökemedik. Zamanı hep görürken, zamanı bilemedik.
Zamansızdık; anlamadık.

Etiketler:

zaman subjektiftir

mete özgencil

Sanırım sınırın bir bu, bir öbür yanından, kâh diğer kah hiç görmediğimiz kah hiç aklımıza gelmeyen kâh aklımıza gelip hiç merak etmediğimiz, kâh meraktan gidip bakıp sırf da bu yüzden hiç tanışamadığımız ve ancak olasılıkları ardı ardına dizerek sürecin kendisi olup, çözümün yakınından bile geçmeye olmayan niyetimize güvenip, düşüncenin akışıyla açıklayamadığımız onca değişkenin değişebiliri olarak, kendimizi sayılabilir hatalar ve övgüler bütünü halinde aşağılanabilir bir gurur ve kırılganlar sınıfıyla çoğaltabildiğimiz demekten çok, demek isteyen konumunda beğendiğim ve beğendiğimiz ümit vaad edenler ayrıcalığında, vaadin gerçeklikle olan tanımazlığında açıklanabilir ve gizlenebilir kıldığımız o eciş bücüş akından sadece sayabilenlerin tanım ve formüle edebildiği bir sayılar silsilesine olan güvenime ve güvenenlerle güvenimize, yeni ve bugünden çok dün ve yarınla ilgilenen kavramın en kavranamayan kasveti zaman.
İnanırken inanmadığım sinsi soruların tümünü kendimle ilgili saydığımda zamanın soyut görünürlüğü çileden çıkartacak kadar subjektifti.
Yıl saymayı alışkanlık haline getirenler için, otuz beş yaşına girmek (otuz beş yaşıma girmeye demekten özellikle kaçarım çünkü herkesin girdiği bir otuzbeş yaşa girmek) üzereyim.
Zamanın tarih olmadığı zamanı ciddiye alanlar..... .
Saymadığım ve sayılmadığım bir çokluk içinde, hafızaların içinden çıkamayıp unutacağı bir gündüz ve geceler ki, saymayanlar olsaydı karanlık ve aydınlık derdik, diyemeyeceğimiz bir öğrenme katliamı içinde sıyrılabildiğimiz mazi, benim kendi zamanıma aynen uyarak, kendini kendinden anlamlayarak zirzop bir kişisellikle kendi ayağını kendi tutar ve bir başka elden daha sıkı tutar, inanın kendini kendi yalanıyla sıvazladığında ben sizin zamanınızın en demeden olmayacak zamanı olurdum.
Ayvalık’ta artık Rum evlerinin içine uymayan Türklerinden bir mi iki mi her neyselerinden birilerinin çocuğuyken, ki o zaman şimdinin Bodrum’undakilerine benzeyip benzemediğini bile bilmediğim o bıkılası sardunyaları, ki emin olun dilim varmıyor eskiden bu çiçeklerin hiç suçu yoktu, suç, zamanın kendi­ni hoyrat kullananların eline teslim edişindeki iştahtadır bence, ki bu tanımda yeterince subjektif ve hatalı olmaktan yana hakkını almalıdır, işte o sardun­yaları solduran bir otel yapıldı sokağın en rüzgâr alan alanının önüne ki, herkes başka bir gurur kaynağı olmadığı için sardunya yarıştırırken, hep beraber soluverdik.
Ahali ne olup bittiğini anlayacak durumda olsaydı, kafayı sardunyaya tak­mazdı ama, aynı hayvan duyarsızlığı-duyarlılığı ile de sorunu kendine göre çözerken işin ehlini de çözüverdi, takıldık kaldık bir pencere zamanına.
Otelin faşist bedeni meğer sokağın iştahını kesermiş rüzgârdan yana, bir orospunun oda tutup yaz kış demeden içindeki ateşten midir, dışardaki hevesten midir pek bilinmeyen bir nedenle camlarının hepsini açarak uyumasıyla, bütün gözlerin rüzgârlı cereyanından bir başrol alıp türlü nedenlerle otelin esirgediği havayı salıverdi sokağa hayasızca. Sardunyalar yeniden başladı açmaya/ama kimse görmedi, görünen, dilberin estirdiği öfke, şehvet, burukluk, kıskançlık, onur kırıklığı; sardunyaların bile boyun eğmesi ve sar­dunya gitti kadın öldürüldü. Ben birilerinin çocuğuydum, onlar da birilerinin. Herkes herkesi tanırdı istemeden. Tek derdimiz sardunya iken saksı bile bilinmez nerelerde. Şimdi o zamana ne derken kimbilir kime haksızlık ederek yaşanmaz.Zaman sübjektiftir ve en azından bu şimdilik böyle.

cogito, 1997.

Etiketler:

Pazartesi

başımı balkon camına dayadım "dışarı"ya baktım. güneş dünyayı ışıklıyor, sokaklar toz kokuyor, insanlar yürüyor.. oraya inmek istedim. dışarıda olmak. hayata karışmak. canlılık ve akışkanlık. gün bitmeden, güneş gitmeden.. sonra mutfağa girdim ve az önce demlediğim çaydan koca bir kupa çay aldım.

-çaydan vazgeçemem heralde.-

gökkuşağına gideriz biz hep, nereye oturalım sorusu önce farklı alternatif arayışlarına girdirse de bizi, dönüp yine gökkuşağına gelinir. pek bilinmez adı. gökkuşağı dediyseniz birisine, önce yerini tarif etmeniz gerekir. sakarya'da, eski yeni sahnenin karşısındadır. 10 yıldır aksatmadan gittiğim tek yerdir. 10 yılda ufak tefek değişiklikler geçirdiyse de, gittiğimde hala bana açık çayımı getirecek kadar eski ve değişmemiş bir çalışanı vardır. zaman zaman verdiğim 5-6 aylık bir iki aradan sonra bile unutulmamıştır açık çayım.

alternatifi yok gökkuşağının.

Etiketler:

brokeback mountain'ı izledim geçenlerde; şeylerin değerlerinin nitelikleriyle değil de bulundukları tarafla belirlendiği bir sistem işliyor hayatta. bu nedenle brokeback mountain'ın sırf anlattığı hikayeden dolayı özeldeki muhataplarını memnun etmesine; diğerlerinin de bu hikayenin sadece anlatılmış olmasından dolayı alkışlamalarına; bu destek çıkmaların onu havalara yükseltmesine şaşmadım. özetle film benim için vakit kaybıydı.
şunu da belirtmek isterim, bu değerlendirme ölçütü sık sık karşımıza çıkıyor; milliyetçiliğin bir sonucu olarak, dindarlığın bir sonucu olarak, siyasetin ve aslında her türlü fanatizmin sonucu olarak. kimse kendinden olanı kötülemek istemiyor, yapılana destek vermek adına niteliksizlik yapılan tüm işlere egemen hale geliyor.

bir de iyi film önerisi, bir kaç hafta önce izlediğim ama bahsetme fırsatı bulamadığım "korkuyorum anne". linki aşağılarda bir yerde olacaktı, reha erdem'de. bir türk filmi için fazlasıyla iyi. içten ve sevimli. renkler beni filmde en çok etkileyen unsurların başında gelir. renklerle pişirilmiş bir film sanki. sevdim.

Etiketler: ,

Zaman çöplüğü


Orhan duru

Ortada bir devinim varsa, zaman da var orada. Parantez içinde zaman. Akış, hep ileriye doğru, kesintisiz bir akıntı. Bu olgunun etkinliğini, ağırlığını sırtımızda duyuyoruz kaçınılmaz biçimde. Zaman eskimeyi, yıpranmayı ve yozlanarak tozlanmayı getiriyor. Kendi başına bir kavram değil.
İşte bir öykü yazıyorum. Bir yerden bir sözcükle, bir tümce ile başlıyorum işe, sürdürüyorum öyküyü ve bir noktada tümce ile başlıyorum işe, sürdürüyo­rum öyküyü ve bir noktada bitiyor. Sonra yeni baştan alıyorum, kıyısını, köşe­sini düzeltiyorum. Kimi bölümlerini atıyorum, kimi bölümlerini törpülüyorum, yeni bölümler ekliyorum, böylece bir bütünlüğe, bir iç yapıya erişiyor. Burada, bu öykünün de bir zamanı var kendi içinde. Zaman içinde zaman. Buradaki za­man bambaşka. Oynayabiliyorum istediğim gibi. Geri gidebiliyorum, bir olayı baştan alabiliyorum. Sonundan başlayıp başında bitirebiliyorum. Geriye sayma yapabiliyorum. Geriye ve eskilere, geçmişe göz atabiliyorum, o da olmazsa ora­larda yaşayabiliyorum. Kurgusal bir zaman bu. Öykünün kendi zamanı. "Za­man zaman içinde, kalbur saman içinde." Gelin de ayıklayın zamanı belirli bir bütünlüğün içinden. Sonra her şey bitiyor. Öyküyü baskıya veriyorum. Betik olarak yayınlıyor ya da bir derginin sayfaları arasında yer alıyor. Okur bunu okumaya başladı mı oradaki yapışık özgün zamanın içine giriyor. Bitinceye dek o zamanı yaşıyor, ya da canı sıkılırsa bitirmeden kaldırıp atıyor.
Gerçek zaman içinde bunu yapamıyoruz. Kendi zamanımızı kaldırıp atamıyoruz Zamanımızın içinde dolaşıp duruyoruz. Kimi zamanını paraya çeviri­yor "Vakit nakittir" diyor ve bu söz atasözü oluyor. Kapitalizme giriş yapıyoruz. Kesemizin ağzını açıp ya da cüzdanımızı çıkarıp paralarımızı sayıyoruz şı­kır şıkır Bu da bir zaman sorunu. Kiminin hiç zamanı olmuyor, kimi zamanı boşuna harcıyor, belki başını bile kaşıyamıyor. Bu yüzden birdenbire başka so­runlarla karşılaşıyor. Kimi kişiler izliyor sevdiği ya da tutulduğu kadını büyük bir sabırla, sonra bir araya gelip sarıldıklarında duyuyor yüreğinin atışlarını bir saat gibi tik tak. Bu noktada zaman uzuyor ve sunuyor, bir dakika bir saat gibi geliyor. Beklemek bir işkence. İnsanın kendi içinde de bir saat var aslına bakar­sanız. Örneğin "Sabah altıda kalkacağım, uçağa yetişmem gerekli..." diyorum. Böyle diyerek yatıyorum. Gerçekten de sabah beynimin bir köşesinde bir çalar saat uyandırıyor beni, zıırr. Yataktan fırlıyorum gözlerimi oğuşturarak. Gene de trafik yoğun olduğu için zor yetişiyorum uçağa. Bu da ayrı bir öykü konusu olabilir, uçağı kaçırmış olabilirim tüm çabalarıma karşın. Çünkü çoğunlukla uçağı olmasa bile otobüsü kaçırıyoruz ulusça, aklımızı açırıyoruz, birileri ise köşeyi dönüyor ve eski sevgilisiyle yüz yüze geliyor. Buna önduyu diyorlar.
Kısacası zaman yaşamda önemli bir sorun. Yaşam canlılık demek, canlılık, kıpırtılık, kimyasal etkileşim, bu etkileşimin getirdiği sonuçlar, ivme ve hare­ket, radyoaktif maddelerdeki ayrışma, dünyanın güneş çevresinde 24 saatte dö­nüşü, ayın dolanımı ve ayın ondördüne basması, tüm bunlar ve daha başkaları yaşamın görüntüleri. Örneğin "Gece Leylayı ayın ondördü/ Koyda tenha yıkanırken gördü." diyor Yahya. Yahya da hep zamanla uğraşır. Böylece şiirleşir "ayın on­dördü" denilen zaman dilimi ve başkalaşır bildiğimiz dolunayların dışında. O zaman ay kabak gösteriyor yüzünü gece karanlığında hava kirliliği yoksa ya da bulutlar arasından süzülerek.
Örneğin "Artık demir almak günü gelmişse zamandan..." diyerek başlar. Za­man bir deniz, Yahya ise bir gemi. Ne müthiş bir eğretileme değil mi? İnsan en iyisi "Postacı" filmine gidip başka bir ozanın öğütlerini dinlemeli.
Eylem ve devinim, olayların birbirini izleyişi zamanı yaratıyor belki de. So­yut, alabildiğine soyut bir kavram. Öylesine soyut ve saydam ki, elle tutup yakalayamıyoruz. Egemen değiliz ona. Kimi zaman, zamanın nasıl geçtiğini bile­miyoruz. Lastik gibi uzayıp kısalıyor. Buna da Einstein'ın "Görecelik kavramı" diyorlar. Bizim zamane çocukları zamana kafa tutuyorlar, bu arada sapla sama­nı birbirine karıştırıyorlar. Ama biliyorum zaman uzay içinde giderken bir yer­lerde yavaşlıyor, bükülüyor, belki de ışık bu, bükülen, kendi üstüne katlanıyor. Şu kadarını belirteyim, "Big Bang" olmasaydı zaman olur muydu? İşte "Big Bang" oluyor ve onun gürültüsünden gözümüze uyku girmiyor. Şimdi bir de eski görüntülerin peşinde koşuyorlar evrenin yaradılışını yakalamak için. Işık hızından hızlı giden bir uzay gemisi yapılsa, evrenin oluşumu ile ilgili ilk gö­rüntülerim yakalayabileceğiz. Geriye doğru gidip ilk TV yayınlarını, rating kaygısı olmadan, ikinci Dünya Savaşını, Birinci Dünya Savaşını, daha geriye giderek ilk elektrik ampulünü, aydınlanma dönemini ve Fransız Devrimini, daha da geride dinozorları ve ilk insanları görebileceğiz, tam maymundan inerken. Bilim-kurgu yazınındaki zaman yolculukları da bu düşüncelerden kaynak­lanıyor. Gerçi daha yüzyılın başında H.G. VVells "Zaman Makinası"nı yazmıştı, düş gücü zaman filan dinlemez diyerek. Daha sonra "zaman tünelleri"ne girip çıktık düşlerimizde. Doğal olarak böyle yapınca paradokslarla karşılaşıyoruz. İnsan böyle bir zaman tünelinde büyükbabası ile karşılaşıyor, o da olmadı ken­disiyle toslaşıp kendini daha yakından tanıyabiliyor.
Zaman içinde geriye gitmek, ileriye gitmekten daha güç sanıyorum. Geç­mişi sürekli oluşturuyoruz. Onun adına tarih diyorlar. Sonra o geçmişe bakıp çok bağlanarak kimi önemli günleri kutluyoruz. Ben de sizin doğum gününüzü kutluyorum. Başarılar diliyorum. Gelecek ise belirsiz ve sonsuz olanaklar var. Orada da alın yazısı çıkıyor karşımıza. Ya evrenin bir köşesinde bulunan dev bilgisayar geleceğimizi programlamış ve bunu bir diskete almışsa, ya da biz in­ternete girip geleceğimizi okuyabiliyorsak. Ama bu ötekinden daha kolay gene de.Geriye gidince zaman çöplüğüne düşüyorum ve bu çöplüğe atılmış zaman kırıntılarını ve ayrıntılarını karıştırıyorum. Bunların arasında tutunabileceğim bir dal arıyorum. Sonra sorular geliyor: Niye bir saat 60 dakika, niye bir dakika 60 saniye, niye bir gün 24 saat, niye bir yıl 365 gün? Çöplükte bunların yanıtını bulamıyorum. Herkes eski sevgililerini, eski deneyimlerini, eski tasarımlarını, başarısızlıklarını, göz yaşlarını ve pişmanlıklarını arıyor hayalet gibi dolaşırken zaman çöplüğünde. "Şimdi" ise avucumuzdan su gibi kaçıyor. Zaman çöplüğü gittikçe büyüyor. Biz bu çöplükte yavaş yavaş eriyoruz. Zamanı sil baştan yap­manın olasılığını arıyoruz. Sayaçlara ve saatlere dikmişiz gözlerimizi. Salonda­ki eski saat de her saat başı çalıyor ve her seferinde bir guguk kuşu dışarı çıkıp bağırdıktan sonra içeri giriyor.

cogito, 1997

Etiketler:

Cumartesi

zamanı (kabaca)insan ve doğa zamanı olarak da tasnif edebileceğimizi kabul ediyorsak insan zamanında da 'toplumsal' ve 'kişisel' şeklinde alt bir tasnife gidebiliriz.
takvim için de, insanın diğerleriyle beraber ve gittikçe büyüyen bir dünyada yaşıyor oluşunun, aynı zamanda dünyanın işleyişini sistematize ederek onunla uyuşma arayışının bir sonucu diyebiliriz.
tevrat(tora)'ın ilk bölümünden, ilk günün oluşumuna dair bölüm belki de bizi takvime götüren yola atılmış ilk adımı anlatır:

"tanrı ışık olsun diye buyurdu ve ışık oldu. tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı. ışığa "gündüz", karanlığa "gece" adını verdi. akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu."

"tanrı şöyle buyurdu: "Gökkubede gündüzü geceden ayıracak, yeryüzünü aydınlatacak ışıklar olsun. belirtileri, mevsimleri, günleri, yılları göstersin." ve öyle oldu. tanrı büyüğü gündüze, küçüğü geceye egemen olacak iki büyük ışığı yarattı."

yaratılış I
ve ayrıca Kuran'dan bazı ayetler de yine takvime dair izler taşıyor:
"Şafağı yarıp sabahı ortaya çıkaran O'dur! O geceyi dinlenme zamanı, güneş ile ayı zaman ölçme birimi yaptı. Bu, üstün iradeli ve her şeyi bilen Allah'ın düzenlemesidir." en'am, 96

"Güneşi bir aydınlık, ayı da bir nur kılan ve yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona duraklar tesbit eden O'dur. Allah, bunları ancak hak ile yaratmıştır. O, bir topluluk için ayetleri böyle birer birer açıklamaktadır."
yunus,5

"Gerçek şu ki, Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah'ın kitabında on ikidir. "
tevbe, 36

"Gece ile gündüzü varlığımızın ve yetkin gücümüzün iki ayeti, iki somut göstergesi olarak yarattık. Sonra Rabbinizin lütfu peşinde koşasınız ve yılların sayısı ile takvim hesabını bilesiniz diye geceyi karartarak gündüzü aydınlık yaptık. Her konuyu ayrıntılı biçimde anlattık."
isra, 12

Etiketler:

Cuma

bir festival müjdesi daha; hem de japon filmleri..
geçen yıl uzakdoğu kültür merkezi'nin düzenlediği uzakdoğu film festivali için kasım ve aralık aylarını iple çekmiş ve ipin ucunda bu kez birşey olmadığını görünce epey hayal kırıklığına uğramıştım. işte bu hayal kırıklığının ardından henüz bir kaç ay geçmişken onu telafi edercesine gelen japon filmleri festivali beni sevindirdi.
fakat bu kez de kim kalkıp türk japon dostluk vakfına gidecek diye tembellenmeye başladım bile. uzakdoğu filmlerinin neredeyse ayağıma kadar gelerek beni şımartmasının, rus filmlerinin de ondan geri kalmamak için çaba göstermesinin ardından bu japon festivalinin yaptığı olacak şey değil doğrusu...
eh naapalım bir iki film seçip katılımımızı asgari düzeyde tutalım dedik ve vakfın ilgili sayfasına başvurduk.
adamlar bir program koymuşlar sayfaya tamam bu iyi ama tıklayıverdiyseniz görmüşsünüzdür; maalesef film isimlerini türkçeye çevirmek gafletinde bulunmuşlar. bu isimlerle film aramaya kalkarsam elime ne geçer: hiç. ha yazmaya da bilirlerdi o zaman elime geçen hiç sonsuza ulaşırdı. neyse.. imdb'de biraz zorlanarak da olsa tamamının sayfasına ulaşabildim.
şimdi ilgilenenlere yapabileceğim büyük iyilik bu emeğimi paylaşmak olur olsa olsa. hiç öyle türkçesiydi, oradan ingilizcesiydi oradan japoncasıydı uğraşmazsınız. e az çok bir fikriniz olur filmler hakkında da kendiniz için yanlış seçimler yapmazsınız:

Açılış filmi:
robot yarışması-robokon

ve sonrası:
güneş prensi hols'un büyük macerası-Taiyo no oji: Horusu no daiboken (benim favorim bu film)

yaz sonu-miyazawa kenji sono ai

ekinoks çiçeği-higanbana

asura gibi-Ashura no gotoku

kara yağmur/'Chô' kowai hanashi A: yami no karasu

hotel hibiscus-Hoteru haibisukasu

Kikujiro
-Kikujirô no natsu
(buna da gidilebilir kanımca)

Etiketler: ,

Çarşamba

"geçmiş" olmak ve "tarih" olmak

“tarih” başlıbaşına mucizevî bir olgu. Tarihin çeşitli nesneler, kitaplar ve efsaneler yoluyla bugüne ulaşma çabası ise ulaşabildiği oranda, daha da mucizevi.. oysa bugünleri, bu yılları yaşayan bu kuşak gelecek nesillere bir “tarih” bile sunamayacak gibi görünüyor. Yüzyıllarca dayanıklılığını sürdüren kağıtların, yerini birkaç yıllık ömre sahip değersiz kağıtlara bırakması; fotoğraflarımızın albümlerden ve kağıt baskılardan çıkıp bilgisayar belleklerinde, cdlerde biriktirilmesi, cdlerin birkaç çizik sonra okunmayacak hale gelmesi, dolayısıyla bu yolla sakladığımız ve arşivlediğimiz (mesela)filmlerin çocuklarımıza kalamayacak olması, onlara bırakmayı düşlediğimiz kütüphanelerimizin sayfaları pıtır pıtır sökülen kağıtlarla dolu olması; geçen yüzyıla ait film arşivlerinin bugün devlet arşivlerinde çürümeye yüz tutmuş ve neredeyse kurtarılamayacak hale gelmiş olması; yaptığımız binaların köprülerin çeşmelerin estetikten yoksunluk bir yana sağlamlıktan nasibini almaması gelecek nesiller için üzülmemize yeterli veri sağlar herhalde. Her ne kadar tarihi eserlerimize gerekli bakımı yapamıyorsak da, çoğunu yaban ellere kaptırdıysak da, elde olan fakat ortaya çıkarılamayanların kazandırılması için yeterli paraları dökemiyorsak da bizi az çok tatmin edecek bir görsel malzemeye sahibiz en azından. Hala yüzyıllar öncesinden izler taşıyan, baktığımızda içimizi ürperten, hayranlık duygularımızı kabartan, coşku ve hüzün yaşatan “tarihi eser”lerle yaşıyoruz. Hala 12. yy’dan kalma bir köprünün üzerinden geçip, 13. yy’dan kalma bir camide namaz kılabiliyoruz. Hala anneannelerimizden kalma, el dokuması kilimleri evimizde dekorasyon amaçlı da olsa kullanabiliyoruz. Hala elimizde olan o kadar çok şey var ki aslında ve hala yitirmekte olduğumuz.. Umut var mı yok mu bilmiyorum. Ancak tarihi, evlerinin içinde, sokaklarında, şehirlerinde göremeyecek insanlar için gerçekten üzülüyorum.

Yazıtlar ilginç geliyor, binyıl öncesinde ya da daha önce yaşamış bir insanın düşüncesini, düşüncesinin sınırlarını, ifade biçimlerini görüp günümüz aklıyla kıyaslamayı sağlayabilen metinler… tarihle en güçlü bağlar, onun en somut tanıkları… ve aynı zamanda tarihin toplumsallığının yanında biraz daha bireysel olabilen yazıtlar.

Mesela Orhun anıtları’ndan bilge kağan yazıtı’nın kuzey yüzü.. bunun yaklaşık 1200 yıl önce bir insan tarafından; doğmuş, çocuk olmuş, büyümüş, oturmuş kalkmış yemiş içmiş; aslında bizlerden hiçbir farkı olmayan sadece çevresine baktığında bizim gördüğümüz şehirleri görmemiş ama bizim gördüğümüz ağaçları, otları, böcekleri görmüş; fakat tarihte adı geçen bir devlette adı geçmiş bir insan tarafından yazılmış/söylenmiş olduğunu bilmek tarifsiz bir his veriyor. Havanın ılık ve güneşli olduğu bir günde, rüzgarın sert esişiyle üşümek gibi..


Kuzey Yüzü:
Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağanı, bu zamanda oturdum. Sözümü tamamiyle işit. Bilhassa küçük kardeş yeğenim, oğlum, bütün soyum, milletim, güneydeki Şadpıt beyleri, kuzeydeki Tarkat, Buyruk beyleri, Otuz Tatar, ... Dokuz Oğuz beyleri, milleti! Bu sözümü iyice işit, adamakıllı dinle: Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar, onun içindeki millet hep bana tâbidir. Bunca milleti hep düzene soktum. O şimdi kötü değildir. Türk kağanı Ötüken ormanında otursa ilde sıkıntı yoktur. Doğuda Şantung ovasına kadar ordu sevk ettim, denize ulaşmama az kaldı. Güneyde Dokuz Ersin'e kadar ordu sevk ettim, Tibet'e ulaşmama az kaldı. Batıda İnci nehrini geçerek Demir Kapıya kadar ordu sevk ettim. Kuzeyde Yir Bayırku yerine kadar ordu sevk ettim. Bunca yere kadar yürüttüm. Ötüken ormanından iyisi hiç yokmuş. İl tutacak yer Ötüken ormanı imiş. Bu yerde oturup Çin milleti ile anlaştım. Altını, gümüşü, ipeği, ipekliyi sıkıntısız öylece veriyor. Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp, konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi cesur insanı yürütmezmiş. Bir insan yanılsa kabilesine, milletine, akrabasına kadar barındırmaz imiş. Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok çok, Türk milleti, öldün; Türk milleti, öleceksin! Güneyde Çogay ormanına, Tögültün ovasına konayım dersen, Türk milleti, öleceksin! Orda kötü kişi şöyle öğretiyormuş: Uzak ise kötü mal verir, yakın ise iyi mal verir diyip öyle öğretiyormuş. Bilgi bilmez kişi o sözü alıp, yakına varıp, çok insan öldün! O yere doğru gidersen Türk milleti, öleceksin! Ötüken yerinde oturup kervan, kafile gönderirsen hiç bir sıkıntın yoktur. Ötüken ormanında oturursan ebediyen il tutarak oturacaksın. Türk milleti, tokluğun kıymetini bilmezsin. Acıksan tokluk düşünmezsin. Bir doysan açlığı düşünmezsin. Öyle olduğun için beslemiş olan kağanının sözünü almadan her yere gittin. Hep orda mahvoldun, yok edildin. Orda, geri kalanınla, her yere zayıflayarak ölerek yürüyordun. Tanrı buyurduğu için, kendim devletli olduğum için kağan oturdum. Kağan oturup aç, fakir milleti hep toplattım. Fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım. Yoksa bu sözümde yalan var mı? Türk beyleri, milleti, bunu işitin! Türk milletini toplayıp il tutacağını burda vurdum. Yanılıp öleceğini yine burda vurdum. Her ne sözüm varsa ebedî taşa vurdum. Ona bakarak bilin. Şimdiki Türk milleti, beyleri, bu zamanda itaat eden beyler olarak mı yanılacaksınız? Babam kağan, amcam kağan oturduğunda dört taraftaki milleti nasıl düzene sokmuş ... Tanrı buyurduğu için kendim oturduğumda dört taraftaki milleti düzene soktum ve tertipledim ... kıldım. ... Türgiş kağanına kızımı ... fevkalâde büyük törenle alı verdim. Türgiş kağanının kızını fevkalâde büyük törenle oğluma alıverdim ... fevkalâde büyük törenle alı verdim ... yaptırdım ... başlıya baş eğdirdim, dizliye diz çöktürdüm. Üstte Tanrı, altta yer bahşettiği için gözle görülmeyen, kulakla işitilmeyen milletimi doğuda gün doğusuna, güneyde ... batıda ... Sarı altınını, beyaz gümüşünü, kenarlı ipeğini, ipekli kumaşını, binek atını, aygırını, kara samurunu, mavi sincabını Türk'üme, milletime kazanı verdim, tanzim edi verdim ... kedersiz kıldım. Üstte Tanrı kudretli ... Türk beylerini, milletini ... besleyin, zahmet çektirmeyin, incitmeyin! ... benim Türk beylerim, Türk milletim,... kazanıp ... bu ... bu kağanından, bu beylerinden ... suyundan ayrılmazsan, Türk milleti, kendin iyilik göreceksin, evine gireceksin, dertsiz olacaksın. ... Ondan sonra Çin kağanından resimciyi hep getirttim. Benim sözümü kırmadı, maiyetindeki resimciyi gönderdi. Ona bambaşka türbe yaptırdım. İçine dışına bambaşka resim vurdurdum. Taş yontturdum. Gönüldeki sözümü vurdurdum ... On Ok oğluna, yabancına kadar bunu görüp bilin! Ebedî taş yontturdum ... yontturdum, yazdırdım. ... O taş türbesini ...
Orhun abideleri
muharrem ergin
Milli eğitim basımevi, 1970.

Etiketler: ,

Perşembe

masalın da yırtılıverdiği yer

bilge karasu

"Kedilere benzeyebileydik keşke. öyle diyesim geliyor sık
sık, bu son yıllarda.
Yaşadıkları anın iyicene farkındalar gibi. Bir şey bekliyorlarsa
bir deliğin başında, onları oyalayıp
oradan uzaklaştırmak pek güç. Bildikleri bir yerde bildikleri bir iş görülürken, her gün seyrettikleri, kendilerince katıldıkları (anlayamadığımız, bakarak da bir işe katılınabildiğidir) o işe sanki ilk kez bakacaklarmış gibi, uyuklamakta oldukları
yerden kalkmağa üşenmeden, gidip seyrederler yapılanları...
Uykularının hangi katındalarsa, o katın uykusunu yaşarlar.
Bizlerse uydurduğumuz bir zamanla övünürken, her işimizi, her sözümüzü o zamanın akışı içinde ötede, ileride, gelecekte varılacak, bir noktaya varmak üzere yapılıyor ya da söyleniyor görürken, yapmakta, söylemekte olduğumuz şeyi unutuveriyoruz. Bir ereğe yönelerek, bir erek düşüne kapılarak giderken, sonraları -biz göçtükten sonra- yaşamımız, daha da ileri vararak, yazgımız adı verilecek bir dizi anın her birinin biricikliğini, değiştirilemezliğini. yerine konmazlığını şuncacık olsun farketmiyoruz. (Bu yaşamın bölük pörçük birkaç anısı bir iki yakınımızın belleğinde kalabilir ya, bunların bir süreklilik, bir anlamlılık taşımış olabileceklerini bilebilecek tek kişi -kendimiz- yokluğa karışmış gitmiştir artık). «Farketmiyoruz» dedim, meğer ki gerçekten sonumuza yaklaşmış olalım. Yanılmıyorsam, kimimiz (yolun oralarında) anlayıp öğreniyor kimi şeyi: Susup dinlemeği örneğin... Yaptığı, gördüğü, işittiği her şeyin ağırlığını bir yerlerinde duymağı; bir çocuk gülüşünün, bir güneş sızıntısının, bir gözyaşının avuçtaki yuvarlaklığını, ferahlatıcı serinliğini, sayısızlığını ya da sayıya gelmezliğini; mutluluğun, acıyı, sevinci art arda, ayırım yapmaksızın yaşamak olabileceğini... Hele biraz yaşlanılmışsa, görülen, işitilen, tadılan her şeye, geçmiş yaşantıların da gelip desteklik, yastıklık edebileceğini...
kedi sever gibi sevmemeliyiz sevdiklerimizi."

Etiketler: ,

Çarşamba


cannes'dan ödüllü, coffee and cigarettes'den torpilli jim jarmush'un broken flowers'ının finalsiz finalinin etkisi var üzerimde.
film fena değil; ama abartmamak, abartıp da göklere çıkarmamak lazım. bir kere bill murray hiç de don juanvari geçmişe sahip (hatta sadece geçmişte değil şimdi'de bile iddiası sürüyor hikayede) bir adam izlenimi bırakamadı bende. bu yönüyle rolüyle tamamen uyumsuzdu. jarmush'un istediği durağanlığı verebilmesi artısı olabilir ama bir taraftan da filmin esası don johns"t"on'ın don juan olarak nitelendirilmesi üzerine kuruluydu. öyle ya adamın sayısını bilmediği, adını zor hatırladığı bir ton ilişkisi olmuş ve hala çıtır kızlar var çevresinde..
sonra bill murray'ın durarak bile oyun çıkarmasına tamam ama haddini aşan ve izleyiciyi(yani beni) filmden koparan, kendi içinde tamamen farklı konularda düşünsel gelgitlere kapılmasına izin veren o uzuun duruş sahnelerine ne demeli. 2 taneydi sanırım ama battı gözüme işte.
ya da ne biliyim reytingi bir babanın oğlunu ve bir oğulun da babasını arayışından alan bir hikayeyi sonuna kadar götürüp de tam finale gelindiğinde "amaan ne önemi var; geçmiş geç'miş'tir. gelecek daha gelmedi. olay şimdiki an'da" diyerek izleyiciyi kandırmak, kazıklamak deyim yerindeyse, ne kadar "etik"? (bu paragraf tarafsız bir paragraftır. katılıp katılmadığımı belirtmeden geçiyorum)
sonuç olarak jarmush'un augustinus'a yaptığı gönderme-- augustinus'un jarmush'a hediyesi olan "felsefi ipucu" diyelim biz ona-- kalıyor akıllarda zamana dair:

The Kid: So, as just a guy who gave another guy a sandwich, you have any philosophical tips or anything, for a guy on a-kind of- road trip?
Don Johnston: Well, the past is gone, I know that. The future isn't here yet, whatever it's going to be. So, all there is, is this. The present. That's it.

Etiketler: ,

Salı

akmayı duydum

edip cansever

ben ben idim, onlar oydular
karanlık indi bize sığındı
yılları çok çağlar gibiyiz
günleri çok yıllar gibiyiz
uzun sessiz bir ağlamak gibiyiz
geyik akar suları özleyince
akmamız yok, çekilmiş nehirler gibiyiz

yelin sürdüğü yaprağı mı iteceğim
kötülük nedir, var mıydı bilenimiz
iyilik nedir, var mıydı bilenimiz
ana karnında sütten bembeyaz örülmüşüz de
derim ki-demek istemem-vahşetin imleriyiz

ben ben idim, onlar oydular
geçip de geri dönmeyen bir yeliz
insan akar insanı özleyince
yılları çok bir gün gibiyiz

akmadık.

Etiketler:

Cumartesi

"bir yağmur çok uzaklardan çağırıyor.."


bu resim yağmura dair yazabileceklerimi özetliyor.

Etiketler:

biliş

Edip Cansever

ve hemen gidemedim
ve artık gidemedim
ve sonra hiç gidemedim
Kurtuluş'ta, son durakta bir tramvay ölüsü
sanki ben
öylece kalakaldım

hepimiz kalakaldık
elimizde tetiği çekilemeyen
namlusu yönsüz bir tabanca gibi.

Etiketler:

edip'lik...

edip cansever'i her okuyuşumda yeniden keşfediyorum sanki. her okuduğumda aynı heyecan kaplıyor içimi; şaşırıyorum bir taraftan da bu denli anlatabilmesine insanı. blog mlog saçmalayıp duruyorum diye kendime kızıp bir edip cansever günlüğüne dönüştürmeyi düşünüyorum burayı. bunları okumalı herkes; okumuşsa da bir daha okumalı diyorum. çarpıyor beni okuduğum mısralar. saygıyla karışık bir hayranlık duygusu kaplıyor içimi. 2. yeni tüm şairleriyle kabulüm evet ama edip cansever önde geliyor benim için.

Etiketler:

Cuma

yağmursayıklamaları

"meleklerbirdemirparçasınınüzerineoturmuşherbiribirdamlaatıyor
aşağıyaişteyağmurbununiçinyağıyorbenyağmurubununiçin
seviyorumyağmuryağıyorveevimizintahtadanolduğunu biliyorsunuzkibritgibiiçiçegeçmiştahtadan""bugün
yalnızyağmuratahammüledeceğimtaboğazıma
kadarçıkandeliyağmuratüyümehorozdançok
itimatedeceğimitimatedeceğimşubelalı
yağmura""yağmurbenigötürecek
yoksabeni""sizdahabirbaşlangıç
biledeğilkenyağmurbaşlamıştı"
"dinleyağmurudinleteselli
bultürküsündenherşey
olurherşeybüyür
herşeygeçer
hayatkalır"

Etiketler:

Perşembe


gri kentin yagmur öncesi...

Etiketler:

Çarşamba

kendini kıyıya vuruyor deniz; kimse dokunmuyor cesedine. sonra alıyor kendini geri. katıyor içine; ölüyor kendinden diriliyor kendine.

Etiketler:

"anlamıyorum.
oyun nerede bitiyor,
hayat nerede başlıyor,
hiç anlamıyorum.
hayat nerede bitiyor,
ölüm nerede başlıyor?"

büyük umutlarla, heyecanla gittik bugün şinasi sahnesi'ne. Oyunlarla Yaşayanlar'ı izleyecektik: hayatının geri kalanını, hayata oyunlarla tutunmaya çalışarak yaşamaya çalışan bir adamı izleyecektik. oguz atay'ın bir tutanamamışını ilk kez sahnede görecektik; bir oyun'da..
oyunlarla yaşayan bir adamın "acıklı güldürü"sü...
ancak acıdan ziyade gülmeyle yoğrulmuş, izleyiciye, oğuz atay'ın kitabında okuruna anlattıklarının yarısını bile anlatamayan bir oyunla karşılaştık. hiçbirşey tam olarak yerine oturmamıştı oyunda. oyuncular, özellikle oyunun en önemli iki karakteri coşkun ve saffet, rolleri için ya uygun değildi ya da yetersiz... belki de rejisör yanlış yönlendirdi, bilemiyorum ancak her ne kadar emek verilmişse de ne yazık ki olmamıştı. oyunun ortasında salondan çıkmadıysak bunun tek sebebi de buydu zaten. emek.
oğuz atay'ın oyununa gerçekten yazık olmuş. oyun boyunca oğuz atay'ı hissedebildiğim tek bölüm saadet nine'nin ölümünün ardından coşkun bey'in yaptığı konuşmaydı: oyunlar, ölüm ve yaşama dair olan kısım.. bunda da zaten o bölümün ezberimdeymişçesine, kalıp halinde hafızamda olmasının payı vardı.
sanırım yönetmenin ilk oyunuymuş, acaba bunun etkisi var mıdır oyunun başarısızlığında?

Etiketler: