zm_ndd

Salı

saatin hep 12'yi gösterdiği bir dehlizde ışığı ararken, ışığı tamamen yitiren bir adamın öyküsü. bir mısra vardı, şairini şuan hatırlamadığım: "Tanrım alışma ile cezalandırma beni" gibi bir şeydi. belki de tıpkı böyleydi. bu öykü de alışmaya dair aslında ve belki de alışmanın kimi zaman insan hayatında bir cezaya dönüşmesinin örneği..

"Yoruldu bir ara, saatine baktı, on ikiyi gösteriyordu. Öğle vakti çoktan geçmişti bu yola girdiğinde. Gece yarısı olamazdı, o kadar da yürümemişti. Hem ileride, çok ileride, gene cansız bir ışıma belirir gibiydi. Ayna da olsa, gene gün ışığını yansıtıyordur, diye düşündü. Ama yürüyecek hali yoktu. Oturdu. Taban soğuk değildi burada. Hava da ılık gibiydi.
Silkinerek uyandı. Biri dürtmüş gibi. Bakındı. Uykunun karanlığından sonra ortalık daha bile seçilir olmuştu Saatine baktı. Hâlâ on ikiyi gösteriyordu ama işliyordu Kurmağa kalktı. Kurgusu bitmek şöyle dursun, yeni kurulmuş gibiydi. Kalktı, yürümeğe başladı."
bilge karasu,
göçmüş kediler bahçesi,
"dehlizde giden adam"

Etiketler: ,

Cumartesi

reha erdem, takip edilmesi gereken bir yönetmen.

Etiketler:

şair şu mısrada söylemiştir istediğini zaten:

"sizin hiç babanız öldü mü?"*

öldüyse anlamışsınızdır zaten herşeyi
ölmediyse anlayamazsınız zaten hiçbirşeyi

"siz hiç sabunluyken ağladınız mı?"*

*cemal süreya

Etiketler: ,

geçmişi geleceğe iliştiriyor rüzgâr...

Etiketler:

Pazartesi

DOĞU ORTAÇAĞINDA ZAMAN KAVRAMI
Gülnihal Küken

İbn Sina'da (980-1037) Zaman Anlayışı
İbn Sina'ya göre zaman dairevî (dönüşlü) hareketin, mesafe yönünden de­ğil, öncelik ve sonralık yönünden miktarıdır. Zamanı doğa bilimcilerinde olduğu şekilde hareketle bir arada düşünen ve hareketi takip eden bir kavram ola­rak nitelendiren İbn Sina; zamanda 'önce' ve 'sonrayı' tıpkı Aristoteles'teki (Fizik, 233 a,s) gibi 'an' olarak değerlendirir.
Yeni Platonculuğun geliştirdiği sudûr teorisine dayanarak alemin Tanrı'dan sudûr vasıtasıyla ezelde meydana geldiğini savunan İbn Sina'nın anlayı­şına göre de alem Tanrı ile birlikte ezelî olarak vardır; çünkü hem madde hem de suretler (formlar) ezelî olarak Tanrı'dan çıkarlar. Bu anlayış İslamiyet inanı­şına zıt düşmekle birlikte İbn Sina'nın onu ortaya atmaktan maksadı hem di­nin hem de aklın; yeni felsefesi taleplerini dengelemeye çalışmak ve Tanrı tanı­maz (ateistik) materyalizmden kaçınmaktır. Materyalistlerin anlayışına göre âlem, Tanrı olmadan ezelden beri mevcuttur. İbn Sina'nın anlayışına göre de alem ezeli bir varlıktır, fakat o kendi içinde "mümkün" olduğundan; yani yokluğu da düşünülebileceğinden kendi bütünlüğü içinde Tanrı'ya muhtaçtır ve ezeli olarak Tanrı'ya bağımlıdır. İbn Sina'nın bu görüşünde ateizmin tersine varolan şeylere varlık verecek olan Tanrı'nın varlığına ihtiyaç duyulur ve panteizmden kurtulmak için de Tanrı'nın varlığının, alemin varlığından köklü olarak farklı olmasına gerek duyulur. Düşünce tarihi boyunca bu doktrine muhalefet edenlerin üzerinde ısrarla durdukları alemin ezeliliği meselesinin başta gelen çıkmazı, bunun geriye doğru gerçek bir sonsuzluk dizisi ihtiva etmesi konusudur. Ancak geçmiş meydana gelmiş olma anlamında fiilen gerçekleşmiştir. Bu bakımdan "sonsuz" terimi geçmiş için uygun olmayan şekilde kullanılmıştır. "...Sonsuz terimi ya sonu olmayan diziler veya hem başlangıcı hem de sonu ol­mayandır. Hâlbuki itirazın kendisi dizilere zamanın belli bir anında son verip daha sonra da geçmişte sonsuzluğa tartışır. Yine, başlangıç zamanî bir kavram­dır, başlangıçsızlık ise bir olumsuzlaştırma olup zamanî bir kavram olmasına ihtiyaç yoktur; itiraz açıkça geçmişte sonsuzluğu zamanî bir kavram olarak kul­lanıyor..."

Gazzali'de (1058-1111) Zaman Anlayışı
Gazzalî, zamanı öncelik ve sonralık yönünden isimlendirilmiş hareketin ölçüsü olarak kabul eder. İlahiyatçıların zaman anlayışı ise sonsuz kabul edilen Tanrı yanında geçici bir âlem ve bu âleme bağımlı başlangıcı ve sonu olan zaman şeklindedir.
Dünyanın, zamana bağlı bir başlangıç ve sonu bulunduğu hakkındaki te­oriyi, Gazzalî İslâm düşüncesine uygun olarak Farabi ve İbn Sina'ya karşı Tehafüt el-Felasife'sinde savunmuştur. O, bu eserinde Aristoteles'in dünyanın bir başlangıcı olmadığı görüşüne şiddetle hücum etmiştir. Ona göre Allah âlemden ve zamandan öncedir.
Eleştirdiği filozofların gelecekte âlem yok olacağı için "Allah vardı ve âlem yoktu" yargısını bir hata olarak nitelendirip "vardı" sözünün ancak geçmiş için söylendiği ve "vardı" sözünün altında üçüncü bir kavram olan "geçmiş" kavra­mının bulunacağını, zatı (özü) ile geçen şeyin zaman, başkasıyla geçen şeyin ise hareket olduğunu belirttiklerini söyler; çünkü filozoflara göre hareket zamanın geçmesiyle geçer, dolayısıyla zorunlu olarak âlemden önce yok oluş bir zama­nın bulunması ve bu zamanın âlemin var olmasıyla son bulması lüzumunun ortaya çıkması gerekir.
Gazzalî filozofların bu görüşlerine şu yanıtları getirir. Filozofların ifadele­rinden anlaşılan; bir zatın (öz) varlığı ve bir zatın yokluğudur. İki sözü birbirin­den ayıran üçüncü duruma gelince bu; bize kıyasla lazım olan bir nispettir. Ge­lecekte âlemin yok olması varsayıldığında, sonra ona ikinci bir varlık farzedildiğinde o zaman "Allah vardı ve âlem yoktu" denilebilir. Bu ifade de; ister ilk yokluk isterse varlıktan sonraki gelecek olan ikinci yokluk kastedilsin her iki halde de yargı doğrudur. Gazzali'ye göre bu bir nispettir Nitekim gelecek, geçmişin aynısı olabilir ve onun için geçmiş sözü kullanılabilir.
“…Bütün bunların sebebi vehmin, başlangıç için bir öncelik farzetmekten bir başlangıcın varlığını anlamaktan aciz kalmasıdır Vehmin (farzetmekten) uzak durmadığı "öncelik" öyle sanıyoruz ki, muhakkak mevcud bir şeydir ve o da zamandır. Bu (acizlik), tıpkı vehmin sözgelimi başın (hizasından) sonra ci­simlerin son bulmasını, üstü olan bir yüzey olmadıkça farzetmekten aciz olma­sı gibidir (Zihin) âlemin ötesinde dolu veya boş bir mekânın varlığını vehme­der. Ama ona "âlemin yüzeyinin üstünde bir üst, onun ötesinde bir boyut yok­tur" denildiğinde vehim bunu kabul edip boyun eğmekten kaçar, tıpkı âlemin varlığından önce kesinleşmiş bir varlık olan "öncelik" yoktur denildiği zaman, vehmin bunu kabulden kaçınması gibi...” Cisim sonlu olarak kabul edilirse ona bağlı olan zamanla ilgili sonralık da sonludur. Aynı şekilde mekân bakı­mından sonralık cisme bağımlı ise, zaman bakımından sonralık da harekete ba­ğımlıdır. Çünkü mekân cismin boyutlarının uzanmasından ibarettir ve zaman da hareketin devamından ibarettir. Bundan dolayı cismin boyutlarının sonlu olduğu konusunda getirilen deliller mekânın ötesinde mekân bakımından bir sonralığın varsayılmasmı engellerken aynı şekilde hareketin iki tarafı bakımın­dan sonlu olduğuna dair getirilen deliller de zamanın ötesinde, zaman bakı­mından bir sonluluğun var sayılmasını -her ne kadar vehim bunu hayal etme­ye ve varsaymaya teşebbüs edip ondan kaçınmazsa da- önlemektedir. İzafet yönünden öncelik ve sonralık diye bölümlenen zaman bakımından sonralık arasında fark yoktur. Kendisinin üstünde bir üst bulunmayan üstün kabul edil­mesi mümkünse, kendisinden önce bir öncelik bulunmayan öncenin varlığının ve kesinliğinin kabul edilmesi de aynı şekilde hayalen ve vehmen mümkündür; yani bunu kabul etmek lazımdır. Gazzalî alemin önceliğini onun varlığının başlangıcı olarak kabul eder. Gazzalî'nin bir mistik yanı da vardır. Edebiyette yaşadığını varsayan mistik sufi için zaman değişik şekilleriyle akıp gitmekte­dir. Mistik bir hal içinde onda değişen zaman (vakt) Allah'ın ebedî huzurunda hayata dönüştür.

İbn Rüşd'de (1126-1198) Zaman Anlayışı
İbn Rüşd zaman hakkında tartışmaların genellikle dil'in yanlış kullanılma­sından ibaret olduğunu haklı olarak belirtmektedir. Ona göre gerek ilahiyatçı­lar ve gerekse felsefeciler, ezeli ve sonsuz bir varlık (Allah) ile değişen dünya arasında bir fark kabul etmektedirler ve asıl olan da budur. Bir bütünlük içeri­sinde bu dünyanın geçici (fani) veya sonsuz (edebi) olduğunu yahut da devam­lı olarak meydana gelip yok olduğunu söylemek ikinci derecede önemli bir konudur.
Hareketle zaman arasındaki ilişkiyi sadece ontolojik ve reel anlamda bir ilişki olarak değil aynı zamanda bilinçle ilgili psikolojik bir ilişki olarak da niteleyen İbn Rüşd'e göre hareketsiz bulunan bir insanda dahi zaman kavramı vardır. O bu düşüncesini şöyle bir örnekle dile getirir: "... yeryüzündeki bir mağarada bir grubun küçük yaşlardan itibaren kapalı tutulduklarını düşünecek olursak, bunların alemdeki duyularla algılanan hiçbir hareketi algılayamasalar da zamanı algıladıklarını kesinlikle söyleyebiliriz..." Anlaşılacağı üzere İbn
Rüşd zamanı tamamen bilince bağlı sübjektif bir değer olarak kabul eder.
İbn Rüşd zaman ve hareket kavramları arasındaki ilişkinin sayı ve sayılan arasındaki ilişkiye benzediğini söyleyerek bu iki kavramı bir başka açıdan da ele alır. Zaman ve hareket kavramları arasındaki ilişkinin sayı ve sayılan arasındaki ilişkiye benzediğini söyleyerek buradan, sayılan olmasa da sayının mevcut olması gibi, hareket olmadan da zamanın mevcut olduğu fikrine ulaşaır. Sayı, nasıl sayılanların çoğalmasıyla çoğalmıyorsa sayıların yerlerinin belir­lenmesiyle de sayının yeri belirlenemez. Sayının sayılan nesneleri ölçmesi gibi zaman da hareketleri ve hareketli olmaları yönünden hareketli varlıkları ölçer. İbn Rüşd sonradan varolan belli bir sayılabilir nesnenin varlığını varsaydığımız takdirde sayının da sonradan varolmasının gerekmeyip onun sayılandan önce bulunması gerektiğini, bunun gibi sonradan varolan bir hareket söz konusu ise ondan önce de bir zamanın bulunmasının zorunlu olduğunu belirtir.
İbn Rüşd'ün bu ifadelerinden anlaşılacağı üzere o, zamanın hareketten ön­ce ve ondan bağımsız bir kavram olduğu görüşünü de üstadı Aristoteles'ten farklı bir şekilde benimsemiş görülmektedir.
İbn Rüşd aralarında bilince bağlı bir ilişki bulunan zaman ve hareketi ayrı ayrı iki ezelî kavram olarak niteleyerek hareket ve zamanla ilişkisi bakımından varlığı da iki kategoriye ayırır: Biri hareket ve zamanla hiçbir ilişkisi bulunma­yan ezeli varlık olan Tanrı, diğeri ise zaman tarafından kuşatılan ve varlığı ha­rekete bağlı bulunan âlemdir. Bu anlayışa göre hareket ve zamandan bağım­sız olarak düşünülemeyen âlemin de hareket ve zaman gibi ezeli olduğu ortaya çıkmaktadır. İbn Rüşd bu yöndeki kanaatini Kur'an-ı Kerim'deki şu ayetlerle de desteklemeğe çalışmaktadır: "Gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur ve O'nun arşı suyun üzerinde idi" (el-Hûd, 7). Ona göre bu ayetle anlatılmak is­tenen; bu evrenin varoluşundan önce arşın ve suyun varolmasının gerektiği­dir. Ayrıca yine bu ayetten anlaşıldığına göre bilinen zamandan önce de bir zamanın varolması gerekmektedir.
Ortaçağ Latin dünyasının en büyük ilahiyatçısı (teologu) sayılan ve ibn Rüşd düşüncelerine karşı çıkmakla birlikte ondan oldukça etkilenen St. Thomas Aquinas (1225-1274) ise İbn Rüşd'ün bu görüşüne karşılık "alemden önce bir zaman'ın varolmasının kabulünün imkansız bir şey olacağını belirtir. Ona göre Tanrı süreç itibariyle âlemden öncedir fakat "önce" kelimesi zamanın ön­celiğini değil, ezeliliğin önceliğini gösterir bir başka deyişle o varolan bir zama­nın değil hayalî bir zamanın önceliğini gösterir. Nitekim "göğün üstünde bir şey yoktur" dendiğinde 'üst' kelimesi ile kastedilen sadece hayalî bir mekân-
İbn Rüşd'e göre zaman; varlığı bakımından değilse bile anlaşılabilmesi ba­kımından mutlaka hareketle birlikte ele almak zorunda bulunduğumuz bir ni­celiktir. Zamanın kolayca kavranılamayışının nedenini onun birimlerinin reel olarak görülemeyişine bağladığından, zamanı hareketle birlikte ele almanın zo­runluluğundan bahseder. Zamanın anlaşılıp kavranabilmesinde insan zihnine yardım eden hareket türünü yer değiştirme hareketi olarak belirten İbn Rüşd şöyle der: "... Bir süreç içerisinde gerçekleşen yer değiştirme hareketinde öncelik-sonralık söz konusu olmaktadır. Kendisi sayesinde zamanın kavrandığı yer değiştirmedeki bu durum, zamana, geçmiş gelecek olarak yansır. Bu durumda birbirinden ayrı iki zaman parçası olan geçmiş ve geleceği ayıran başka bir şe­yin bulunması gerekli olmaktadır ki bu şey 'an' olabilir..." İbn Rüşd de tıpkı Aristoteles gibi 'şimdi' diye ifade edilen zaman biriminin tamamen bir kabul­den ibaret olduğunu ve zamanın geçmiş ve gelecek olmak üzere sadece iki par­çasından söz edebileceğimizi ifade eder. İşte "an" bu iki parçanın ortak sınırı­dır. Bir başka ifadeyle söylendiğinde, sınırlı bir zaman parçası varsayıldığında bu farazi zaman diliminin başlangıç ve bitişinde "an" bulunacaktır. Ancak sı­nırlı bir zaman dilimi düşüncesi bir varsayım olmaktan öteye gidemez. İbn Rüşd 'an'ı bir çemberi oluşturan 'nokta'ya benzetir. Çemberi meydana getiren her bir nokta nasıl hem kendinden önceki hem de kendinden sonraki nokta ile ilişkili olmak zorundaysa -aksi halde çemberden söz edilemez-; aynı şekilde "...an'ın da kendinden sonraki 'an'dan önce bulunduğu gibi ondan önce de başka bir anın bulunması zorunludur..."

Fizik Biliminde Zaman Anlayışı ve Sonuç
Nesnede (objede) meydana gelen hareket bir değişme olayıdır. Bu değiş­meler kalitatif ve kantitatif değişmeler olarak iki gruba ayrılabilecek olan 'hal değişmeleri' ve 'hareket' olarak nitelendirilen 'konum değişmeleri' ve 'hareket' olarak nitelendirilen 'konum değişmeleri'dir. İşte zaman bu 'olayların ardarda dizilişlerinin bir kategorisidir. Açıkça anlaşılacağı üzere, hem bu değişmeler arasında bir içten bağlantı (irtibat) vardır ve hem de bu değişmelerin birbirini takip ermesi; yani bir süreklilik oluşturması gerekmektedir. Bu süreklilik bir te­mel şartı zorunlu kılmaktadır ki bu da zamandır. Bir obje'de meydana gelecek olan her türlü değişme; yani her olay ancak bir zaman ile mümkün olacaktır. İki değişim arasında bir "öncelik-sonralık" durumu ortaya çıkar ve bu "öncelik ve sonralık" durumu ancak bir "zaman" içinde anlaşılabilir bir haldir. Şu halde bizde zaman diye bir kavramın olunması tamamen olaya bağlıdır . Eğer hiçbir olay (veya değişme) olmasa idi böyle bir kavramın oluşması da asla mümkün olmayacaktı.
Bir zaman eksenini göz önüne getirdiğimizde bu eksen üzerindeki t1 ve t2 noktaları boyutsuz birer yerdirler. Bu yerlerin her birisinde yani hem t1 ve hem de t2’de zaman "donmuş" bulunmaktadır. Bu donmuş olarak varsayılan noktaya 'an' tabiri verilmekledir. Ancak zamanın donmuş bir noktası olarak an kabul edildiğinde bu nokta üzerinde herhangi bir olay(değişme) olması imkân dışıdır. Bu durumda gerçekte "an" var mıdır sorusuna verilecek yanıt “hayır" olacaktır. Nasıl ki geometride çizginin sonsuz noktalardan meydana geldiği farzedilmekle birlikte, objektif olarak nokta mevcut değilse, fizikte de ‘an’ mevcut değildir; zira bu taktirde hiçbir olayın meydana gelmediği sonsuz küçük zaman parçası elde edilmiş olur. Diğer taraftan zaman, sonsuzca bölünebilme eğilimi gösterir. Bu halde zaman sonsuz sayıda ‘an’dan oluşmuştur ve bu "an"larda hiç bir olay meydana gelemez zamanın quantik(quant. Fizikte kuvantum teorisine göre en küçük enerji birimi) olmayan bir özelliğine göre zaman sonsuz küçük parçalara bölünebilmelidir fakat bu taktirde de içinde hiçbir olayın geçmediği bir zaman dilimi olan “an” ortaya çıkmaktadır bu güçlüğü çözmek için zamanın artık daha küçük parçalara bölünemeyen temel elemanter zaman parçacıklarından oluşmuş olduğu farzedilebilir. Bu durumda "an" zaman'ın quantası olur ve belirli bir zaman parçası bu quantaların belirli sayıdaki toplamı olmuş olur. Böylece iki farklı sonuca ulaşır:
1- Zaman sonsuzca bölünebilir: Bu durumda donmuş, sıfır değerinde olan, içinde hiçbir olayın geçmediği “an” elde edilir. Bu anların sayısı sonsuzdur. Bir başka ifade ile zaman sonsuz sayıdaki ve her birisinin değeri sıfır olan ‘an’ların bir toplamıdır.
2- Zaman sonsuzca bölünemez; onun en son bir bölünemez sınırı vardır, bu durumda zaman, her birisinin değeri sıfırdan farklı ve büyük olan, içinde bir olayın geçmesine imkân veren ve daha küçük parçacıklara bölünemeyen an’ların sonlu bir toplamıdır.
Birinci zaman anlayışı "non-quantik'; yani "sonsuz bir sürekli", ikinci za­man anlayışı ise "quantik"; yani "sonlu bir süreksiz" anlayıştır. Bu iki sonuçtan elde edilen neticeye göre; zaman'ın yapısal özelliği bir "antinomi' (çatışkı)'dan başka bir şey değildir. Meseleye her iki açıdan yaklaşmaya çalıştığımızda da ve noksansız bir çözüme ulaşma imkânsız görünmektedir.
Klasik Fizik Ekolü: Galileo ve Newton anlayışına göre: mekân ve zaman'ı birer mutlak, evrensel ve objektif bir varlık olarak kabul eder. Buna göre mekân her yana doğru sonsuz bir uzanım gösterir, üç boyutludur. Zaman ise sürekli akan bir ezeli ve ebedi nehirdir. Üç boyutlu mekân ile bir boyutlu zaman bu sistemde ayrı ayrı olarak ele alınır; yani zaman ve mekân (uzay) birbirine bağımlı olması gerekmeyen birer varlıktır.
Modern Fizik Ekolü ise biri mekân ve zamanın varlıksız olamayacağını ve diğeri mekân ve zaman'ın ayrı ayrı değil birlikte olduğunu ileri süren iki radi­kal tavır sergiler.
Klasik fizik mekân, uzam veya yaygın tabiri ile uzay denen şeyi kendi ba­şına bir varlık olarak kabul ederken modern fizik objesiz bir mekân (uzam, uzay) kavramını kabul etmez. Açıkça söylememiz gerekirse boş bir mekân yok­tur. Boş bir mekân (uzay) düşünülemeyeceğine göre uzay'a bir varlık da atfe­dilmez. Uzay kendi başına bir varlığa sahip değilse bu takdirde uzaya göre ha­reket de anlamını yitirecektir. Mutlak bir mekân (uzay) kabul edilmediği tak­dirde "mutlak hareket'de ve "mutlak sükûnet"; yani hareketsizlik de yoktur. Netice olarak şunu söyleyebiliriz; madem ki her obje hareket halindedir ve ma­dem ki hareket de kesinlikle bir zaman içinde meydana gelir bu durumda za­man mekândan (uzaydan) ayrı olarak düşünülemez. Herhangi bir obje mekân içinde (uzay içinde) değil "uzay" zaman içinde olarak mütalea edilmekte olduğu referans sistemine göredir ve yine hiçbir varlık mutlak sükûnet halinde bulunamayacağı için de hiçbir şekilde zaman dışında bulunamaz. Her obje hem zamanda ve hem de mekândadır. Ancak bütün bugünkü bilimsel teoriler de bi­ze mutlak gerçeği veremiyorlar. Hiç kimse günümüz bilimsel teorilerinin bir-gün yanlış ve hatalı damgası yiyerek terk edilmeyeceklerini garanti edemez. Nitekim fizik biliminin henüz emekleme çağı olan Antikçağda Geo-Centrik bir evren anlayışına göre yıldızların ve bütün evrenin dünyanın etrafında döndü­ğü iddia eden Aristoteles ve Batlamyus'un teorileri bugün nasıl geçersiz kılındıysa yarın aynı durum günümüz anlayışı için de söz konusu olabilir. İfade et­meye çalıştığımız; felsefi bir tavır olarak ilmin verilerine körü körüne tapınmak veya inkâr etmek değil, ulaşılan her neticede ve ileri sürülen her yorumda eleş­tirel bir yaklaşımla rasyonel şüpheci tutumumuzu sürdürmektedir. Felsefe ve ilim ancak böyle bir tutum sayesinde gelişip zenginleşecektir.

bir kaç post altta yer alan gülnihal Küken'in yazısının devamı.
cogito 11. sayı, 1997

Etiketler:

Pazar


photobyzamansız

kapı bir evin herşeyidir.
kapısız ev olmaz.
bir ev, kapısız olmaz.


photobyzamansız

Etiketler:

eğer şimdiye dek sağdaki linkler arasında, mütevazi bir şekilde listeye karışmış halde duran cumartesi yazıları'na uğramadıysanız söz konusu yazıları okumanızı ısrarla tavsiye ederim. blog dünyasının en kıvamı yerinde yazılarıdır, yazılarındandır cumartesi yazıları. (hoş aslında blog dünyası diye sınırlandırmanın pek anlamı yok ya..) bunu söylemeyi okuduğum her bir yazıyla yeniden aklımdan geçiriyordum. nihayet söyledim.

Etiketler:

DOĞU ORTAÇAĞINDA ZAMAN KAVRAMI
Gülnihâl Küken

ZAMAN KAVRAMI
Zaman (Grekçe: Khronos, Latince: Tempus) kavramı felsefede en çok kullanılan kavramlardan biridir. Bir felsefe kavramı olarak zaman: "...oluş, gelip-geçiş, değişme ve süreklilik biçimi; dönüşü olmayan bir doğrultuda birbiri ardından gitme..." (Bedia akarsu) olarak tarif edildiği üzere ileriye; yani geleceğe doğru uzandığı gibi geriye ve geçmişe doğru da uzanır. Nesnel ve objektif olarak adlandıra¬bileceğimiz zaman, cisimlerin hareketlerine bağımlı olarak ölçülebilir. Ancak modern fizik; görelilik (relativizm) kuramı çerçevesinde nesnel zamanın olmadığını ileri sürer. Öznel dediğimiz zaman ise zaman bilincine bağımlı olarak yaşantılara bağlıdır, kişinin psikolojik durumuna göre kısa veya uzun olarak değerlendirilebilir ve nesnel olarak ölçülemez.

ANTİKÇAĞ DÜŞÜNCESİNDE ZAMAN ANLAYIŞI
Aristoteles (M.Ö 384-322)'ten itibaren bilindiği üzere zaman; hareket, mekân ve cisim ayrılmazcasına bir arada bulunurlar. Bunlardan biri olduğu takdirde diğerleri de düşünülecek veya tersine söylersek birisinin olmadığı kabul edilirse diğerleri de olmayacak. Zamanın mekân, cisim ve hareketle ilgili olarak fizik bakımından incelenmesi Aristoteles tarafından ele alınmıştır. Aristoteles'e göre hareket gibi zaman da sürekli bir nicelik olduğundan ayrı ayrı 'an'lardan meydana gelmez. Bu anlayışa göre 'şimdi' gerçek anlamıyla 'zaman' değildir, ancak içinde bulunduğumuz 'an' zaman içinde biricik gerçektir. Ona göre 'önce' ve 'sonra' arasında süreklilik gösteren "zaman; hareketin sayısıdır" (“ho khronos aritmos esti kineseas", Fizika, LV.II. 219 b). Belirli zaman ve hareketin başlangıcı ve sonucunun olmadığını söyleyen Aristoteles'e göre zaman ezeli ve ebedidir.
Zaman kavramı felsefenin en çok üzerinde durduğu kavramlardan biri olduğundan dolayı bu kavram felsefenin de kaynağını teşkil eden en eski mitolojilerde de karşımıza çıkmaktadır. Örneğin Antikçağın Homeros (M.Ö. 809-724) yanında bir diğer büyük mitos yazarı olan Heiodos (M.Ö. 700 civarı) kendisinden önceki mitolojilerden de esinlenerek yazdığı 'Theogonia'sında dünyanın meydana gelişini efsane olarak anlatırken bir sıra düzeni içerisinde önce Khaos (boşluk)un daha sonraları da sırasıyla dişi bir varlık olan Gaia (toprak) ile, erkek bir varlık olarak kabul edilen yaratıcı tanrı Eros'un meydana geldiğini ve daha sonra Uranos (gökler), dağlar ve Okeanos (okyanus)un arkasından en gençleri olarak Khronos (zaman)'un oluştuğunu söyler (Theogonia, mısra, 104 vd). Mitolojik anlatıma göre Uranos'un saltanatından sonra Khronos'un saltanatı başladı ve Khronos; Hera, Hades (ölüler diyarı), Poseidon (deniz) ile tanrıların ve insanların efendisi Zeus'un babası olarak tanımlandı.
Antikçağ Grek düşünürlerinden Herakleitos (M.Ö. 544-484)'a göre; "... zaman; oynayan, dama taşı süren bir çocuktur; bir çocuğun hakan oyunu; olduğu yerde kalan hiçbir şey yoktur... Aynı ırmaklara girenlerin üzerine hep başka başka sular gelir... Aynı ırmaklara hem giriyoruz hem girmiyoruz, hem biziz hem değiliz..." (B52, a.6, c.5, b.12, 49a). Bu anlayışa göre de zaman, sürekli akış halinde olan her şey gibi sürekli bir akış içerisindedir.

ORTAÇAĞ TEKTANRILI DİNLERİNDE ZAMAN KAVRAMI
Ortaçağ başlangıcından itibaren vahiy dinlerinin yaradılış anlayışı ile Greklerin ezeliyetçi görüşü arasındaki zıtlığı uzlaştırmak için filozoflar Yeni Platonculuğun Sudur teorisine başvurmak ihtiyacını duydular. Sudur teorisine göre; bir olan (vahid)'dan yalnız "bir" çıkar. Maddeden ayrı tözler (cevherler) için düşünmek yaratmaya delâlet eder, kendi zatı (özü) ile zorunlu olmayan her şey kendisi için mümkün, başkası için zorunludur. Bu prensiplere dayanarak sudurun tecelli ve alemin safha safha Allah'tan çıkış tarzını anlamak müm¬kün olur. Monoteist anlayışına göre alem ve Allah'ın aynı zamanda mevcut olması çelişkilidir. Gerçekte zorunlu varlık (vacib el-vücûd) olan Allah, âlemden zaman itibariyle değil zat (öz) ve mertebe itibarı ile ezelidir (kadimdir). Zorunlu varlık olan Allah'ın mükemmelliği onun hareketsizliğine bağlıdır. Mümkün varlıklar olarak nitelendirilen görünen alemdeki (fainetai) bütün varlıklar hareketlidir ve hareketli oldukları için de hareket, cisim ve mekân kavramlarından ayrı olarak düşünülemeyen zamana bağlıdırlar. Bu dört kavram birbirlerine bağımlı olmakla birlikte aynı şey değildirler; nitekim zaman hareket değildir fakat hareketsiz tasavvur edilemez.

ORTAÇAĞ DOĞU DÜNYASININ MATERYALİSTLERİ OLAN DEHRİLERİN ZAMAN ANLAYIŞI
Ortaçağ Hıristiyan ve Müslüman düşünürlerinin yaradılış esasına dayalı bu zaman anlayışı yanında, yaradılış esasına dayanmayan, maddeyi ve dolayısıyla zamanı ezeli ve ebedi; yani sonsuz kabul eden düşünce sistemleri de vardı. Nitekim felsefi bir düşünce sistemi olan Dehrilik; bütün olayların zaman (dehr veya felek) tarafından devamlı bir hareket ve değişmeye bağlı olduğu iddiası bu inancın en karakteristik özelliğidir. Bu yüzden Dehrilik anlayışında ezeli (öncesiz, kadim), yaratılmış ve yaratış gibi kavramlara da yer verilmez. İslam inancına taban tabana zıt olan bu görüşün mensuplarının eserleri kabul görmediği için günümüze kadar gelmemiş, ancak onların düşünceleri eleştirilmek üzere diğer İslam düşünürleri tarafından fragmentler halinde belirtilmiştir. Onları eleştirenlerden biri olan Gazzalî (1058-1111), el-Munkizu min ad-Dalal isimli eserinde en eski felsefeci grubu olarak nitelendirdiği Dehrilerin; alemin öteden beri kendiliğinden böylece mevcut olduğunu ve böyle gideceğini, bir yaratıcısının bulunmadığını kabul ettiklerini belirtir.
Dehriler tarafından söylenen; 'bizi ancak zaman bitirir' ifadesinden anlaşı¬lacağı üzere; ihtiyarlık, ölüm ve felaketler Allah tarafından değil, yarı mistik bir şahsiyet olarak telakki eden 'zaman' tarafından gelir. Bu anlayışa İslam öncesi Cahiliye Devri şiirlerinde sık sık rastlanır. Dehr'den; yani zamandan şikayet eden şairler bununla da kalmaz hatta zamana söverler.
Kur'an (XLV, 23)'ın müşrikler (Allah'a ortak koşanlar) hakkında inen; "... Onlar: -hayat dünyadakinden ibarettir; yaşar ve ölürüz; bizi ancak zaman (dehr) helak eder derler" ayetine atfen, Dehriler Allah'ın varlığını ve dünyanın Allah tarafından ve yine Allah'ın lütfu ve cömertliği ile yaratıldığını inkâr etmekle yetinmeyerek dinlerin başlıca hükümleri olan ilahi kanunları, ahireti ve kıyamet gününü tamamen reddeden ve zaman ile maddenin sonsuzluğunu ileri sürerek, dünyadaki olayların ancak tabiat kanunlarına veya feleklerin devrine uymak suretiyle meydana geldiğini öğreten bir topluluğa verilmiş olan isimdir. Bunların inançlarının en açık ve belirgin tarafı; zamanın bir prensibinin olmadığı düşüncesidir. En çok üzerinde durdukları bu nokta diğer bütün inançlarının temelini meydana getirir?

FARABİ'DE (870-950) ZAMAN ANLAYIŞI
Farabi Aristoteles'teki gibi ilkeleri madde ve suret (form-şekil) ve bu ilkelere bağlı olarak incelenen problemler olarak da zaman ve mekân kavramlarının olduğunu belirtir. Zamanı, hareketle ilgili olarak ortaya çıkan kavramlardan biri olarak8 nitelendirilen Farabi zaman hakkında şu belirlemeleri yapar "…zamanın kesitine 'an' denir. Zaman bakımından hareketin bir başlangıç ve sonu bulunması imkansızdır. Öyleyse bu şekilde hareket eden ve onu hareket ettiren birinin bulunması gerekir. Hareket ettirenin kendisi de hareket ediyor da bir hareket ettirene ihtiyacı var demektir; çünkü hareket eden hareket ettirensiz düşünülemez ve hiçbir şey kendiliğinden hareket edemez şu halde sonsuz hareket mümkün değildir ve bu hareket zincirinin, kendisi hareket etmeyen bir hareket ettiricisinde son bulması gerekir. Aksi halde bu durum, iki sonsuz hareket eden ve ettirenin bulunduğu düşüncesine götürür ki, bu da imkansız bir şeydir. Kendisi hareket etmeyen hareket ettiricinin bir olması, uzanımlı ve cisim olmaması, bölünmemesi ve kendisinde hiçbir şekilde çokluk bulunması gerekir..."
Farabi; devrî (döngüsel) hareketin dışında hiçbir hareketi bitişik olarak kabul etmez. Bu durumda devrî harekete bağlı olan zaman da ezelî olacaktır
Alemi sonlu, Tanrı'ya ezeli ve sonsuz olarak nitelendiren Farabi'nin kullandığı tanımlar R. Hammond'un da belirttiği üzere St. Thomas Aguinas tarafından aynen tekrarlanmıştır.

yazı, cogito'nun zaman konulu 11. sayısından alındı. buraya aktardığım bölüm yazının ilk yarısı. ikinci yarısının gelmesi de yakındır.


Etiketler:

Cumartesi

dün yazasım vardı; gitti.
hâlâ gelmedi.

Etiketler:

Perşembe


geçmiş gibi yapan ancak hafızamdaki yeri ve hayatımdaki depresif etkisi nedeniyle geçişin niteliği konusunda teredütte bırakan son 2 haftanın filmleri:

chic (şık)- son zamanlarda izlediğim en iyi filmdi. rus filmleri haftasının hediyesi..

dün gece bir rüya gördüm- haberleri çıkıyor medyada, gösterime yeni girecekmiş. uyuşturucu karşıtı ancak bu yönde yapılmış filmlerin üzerine bir şey koyamamış vasat bir türk filmi..

the next best thing- aman bir film izleyelim de aptal bi şey olsun kaygısıyla seçilmiş, fakat umulanın üstünde bir performans göstermiş film (aptallık derecesinin beklenenin üstünde olması anlamında)

planet of the apes serisinin yeni ele geçirilmiş eksik 2 parçası: battle ve beneath'le başlayan bölümler.. (çok sevdiğim bu seri için, çok sevdiğimi söylemek dışında birşey söylemiycem)

star wars'lar...

the jacket'e giriş (uyku muhalefeti nedeniyle kesinti)

Etiketler: ,

Çarşamba

Bir tarafta başörtüsü olmadığı için bir kadına saldıran beyinsizler; öte tarafta başörtülü bir kadının sokağa çıkmasını engellemeye çalışan beyinsizler…
Siz hangi taraftasınız?
Bu ülkede başörtülü kızlara yıllardır başörtülerini çıkarabilecekleri yolunda fetvalar veriliyor. Fetvaların dayandıkları direk, 'bir yerlere gelmek'… "bu ülkede 'bir yerlere gelmeden' rahat edemezsiniz. Şimdi siz başınızı açın ki; sizden sonrakiler, siz yönetim kadrolarında olduğunuz için başörtüleriyle okullarına gidebilsinler, çalışabilsinler…" bu mantık hakimdi genel olarak, “dindar” insanların bu konuya bakış açısında… eğer bu fikrin hoşunuza gitmediğini belirtecek olursanız “aa ne bencilsin” deniyordu size, “ne yani kendini kurtarmak için tüm arkadaşlarını feda mı edeceksin? Sırf sen şimdi günaha girmeyesin diye bu ülkede yıllar sonra rahat rahat okuma imkanı olmasın mı” gibi komik ötesi sorularla, sorgularla karşılaşılıyordu. bu kızların bir kısmı önce okullarda derslerine girerken çıkardılar başörtülerini hizmet aşkıyla, okullar bitti gördüler ki başta devlet olmak üzere çalışabilecekleri alan yok, bunca yıl boşuna mı okuduk dediler, hani hizmet için yapmıştık biz bunları. O halde devam.. bunlardan bir kısmı tamamen çıkardı başörtüsünü, bir kısmı kapılarda açtı, bir kısmı da peruk taktı.
Bugün geldikleri ya da geldiğimiz noktaya bakacak olursak; bu insanlar yıllardır fazlasıyla hakimler yönetime. Bakanlıklarda üst düzey görevlerde bu insanlar var ve söz sahibiler. ancak şimdi o kutsi amaçları yerini nefsi arzulara bırakmış durumda. Daha çok para kazanmak, daha iyi mevkilere gelmek hedef olmuş durumda. Bu insanlar başları örtülü olan ve belki de kendileri zorla örtündürdükleri karılarına şimdi zorla başlarını bile açtırabiliyorlar mesela vali olabilmek için. Peki dini için bir şeyler yapabileceğini zanneden akılsız kızlar ne durumda? Onlar eğer hala başörtülülerse yakında sokağa çıkmaları bile yasaklanacak haberleri olsun.
Bir dini ya da bir düşünceyi o dinin yasakladığı, hoşlanmadığı bir araçla, bir yöntemle geliştirip güçlendiremezsiniz. Allah size başörtüsünü emrediyorsa, “ı ıh ben kendimden fedakarlık yapıp allah’ın dinine yardım etmeliyim” diyemezsiniz. Böyle bir yaklaşım başta inancınızla çatışır. Bu yanlış yapıldı, yapılıyor yıllardır ve bu insanlar gittikçe daha fazlasını vermek zorunda kalıyorlar. Başörtüsü takıyorsanız, bunu sindirebilmişseniz artık ötesi yoktur. Bunun ne için olduğu zırnık önemli değildir. Din için, zevk için, belli rahatsızlıklardan dolayı… hiç önemi yok. Bu tercihinizden dolayı çeşitli mekanlarda, çeşitli insanlar tarafından aşağılanmanız, dışlanmanız, itilmeniz kabul edilemez.
Bir insan başını açmak istiyorsa açar, banane. Ama bunu dini için yaptığını söylemesin. Bunu kendinden sonrakilerin rahat etmesi için yaptığını söylemesin. Böyle bir saçmalık kabul edilemez. Açıyordur çünkü bunun sağlayabileceğini bildiği avantajlar vardır. Açıyordur çünkü hakim, savcı, kaymakam, vali, doktor, vs vs olabilecektir. Ötesi yoktur.
Tüm bunları çok iyi biliyorum, çünkü bu insanlarla beraber yaşadım yıllarca. Ve üç beş yıl önce son sınıftayken Ankara üniversitesi hukuk fakültesini bıraktım. Peruk takmamı önerenlere sıçayım peruğunuza dedim. Nolcak canım nasıl olsa sizde derse girme zorunluluğu yok, sınavlara girerken açıverirsin başını diyenlere garip garip baktım. Açıvermek??? Nasıl bir inançtır ki bu sizi inandığınız bir şeyi yapmaktan bu kadar kolay vazgeçirmelerine izin veriyor? Nasıl bir insanlıktır ki bu, nasıl bir onurdur ki bu, üniversite kapılarında, dairelerin kapılarında başınızı açıp içeri girmenizi içinize sindirtiyor? Kendinizi nasıl bu denli aşağılayabiliyorsunuz?

Ve son bir söz de, başörtüsünü savunabilmek için o bir simge değildir diyenlere: başörtüsü basbayağı bir simgedir kardeşim. Başörtüsü benim inancımın simgesidir, benim düşünce sistemimi belirleyenin İslam olduğunu, Kuran olduğunu ortaya koyar. Ki kimilerini bu denli rahatsız etmesi bundandır.

Etiketler:

Salı

çarpışmanın etkisi geçti; geriye kalan yine aynı şey...

içimin sonsuz ve dipsiz hissettiğim her yanında büyük kavgalar oluyor. dışımın sonlu ve sığ hissettiğim her yanında savaşlar oluyor.

artık kaldıramıyorum.

bu savaşlar ve kavgalar sırasında hep bana isabet ediyor atılan oklar, mermiler, savrulan kılıçlar, devrilen atlar hep benim üzerime yıkılıyor, üzerimden geçiyor toplar...

sindiğim köşede başımı vücuduma sokmaya çalışarak geçmesini bekliyorum. geçmesini.

komik.

artık kaldıramıyorum.

Etiketler:

Çarşamba

Ey sözlerim benim
Onlar ki bana her zaman
Bir diriliş verenedir

Meselim bitmeyendedir

Bitmeyen,
edip cansever-bezik oynayan kadınlar

Etiketler: