zm_ndd

Salı

r


i


l


k


e

nin sanat insan ve adalar uzerine dokturusu var bir de. kitapliga girdiginden beri (3,5 yildir) pek ciddiye almayip da gecenlerde ustunkoru bakmak icin elime aldigimda "aaa, iyiymis ya" dedirten "sanat ustune" denemeleri..

siiriyle bir kiyaslama yapmak yersiz ama en az siiri kadar iyi rilke'nin duzyazilari.
ozellikle, malte laurids brigge'nin notlari. belki okudugum donemde fazlasiyla kendimi buldugum icin cok etkilemisti beni. fakat gercekten de cok dokunakli, gercekten "dokunabilen"; dokunmakla dokumak arasinda duran; ayni zamanda dokunulmaktan rahatsizlik duyurmayan bir dokusu var yazdiklarinin.

"sanat ustune" cem yayinevi tarafindan basilmis. kamuran sipal cevirmis. kitap 157 sayfa, 18 deneme iceriyor. oldukca koyu bir yesil renge sahip ve bu renk itici gelip sizi kitaptan sogutabiliyor. bir de benimkinin arka kapagi kirilmis. uzerindeki
tarih, 21 mart 2002.

Etiketler: ,

yolları çatallanan bahçe

gecen birsey yok iste. biz yuruyoruz. biz yurudukce oluyor hersey. bir gecis varsa eger su hayatta; o da bizim gecisimiz. zamanin falan degil. birisi oldugunde zaman bitmistir onun icin. artik dunya uzerinde degildir, gecmemektedir. onun "zaman"i kendisidir ve durmustur. hepimiz icin boyle. adina zaman dedigimiz sey biziz Borges'in isabet buyurdugu gibi. borgesin hikayelerinin cogunun gercege yani yasanmisliga (gercegi yasanmisliga esitlemis oluyoruz boylelikle. ya da yasanmisligi gercege. tartisilir tabii) dayandigina dair yogun bir inancim var. aslinda tum insanlarin borgesvari oykulerde kahraman olma potansiyeline sahip oldugunu dusunuyorum ama kapasite meselesi tabi. "dunya ne yazik ki gercektir; ben ne yazik ki borges'im". dunya ne yazik ki gercek ve ne yazik ki ben borges degilim.

Etiketler: ,

Cuma

zaman kavramı III

augustinus
itiraflar

XVIII

"...Eger gelecek ve gecmis varsa, nerede onlar? bunu bilmek isterim. gerci henuz basaramiyorum ama yine de biliyorum ki her nerede iseler orada, onlar gelecek ya da gecmis olarak degil, simdiki zaman olarak varlar. nitekim eger orada da gelecek olarak varolsalar, orada da olamazlar; orada da gecmis olarak varolsalar, orada da artik yokturlar. demek ki her nerede olurlarsa olsunlar, ancak simdiki zaman olarak varlar. ... artik varolmayan benim cocuklugum bu sekilde artik varolmayan gecmis zaman icindedir. oysa animsadigim ya da anlattigimda onun imgesini simdiki zaman icinde goruyorum, cunku hala benim bellegimin icindedir. nesnelerde oldugu gibi, henuz varolmayip da ondeyide bulunulan gelecekteki seylerdeki durum da ayni mi? yani onlarin imgeleri de simdiden simdiki zamandaki gibi varolanlar olarak mi onceden algilanmaktadir? bunu bilmedigimi itiraf edeyim. ama kesinlikle sunu biliyorum ki, biz cogunlukla onceden gelecekteki eylemleri dusunuyoruz ve bu onceden dusunme simdiki zamandadir, oysa onceden dusunduklerimiz henuz yoktur, gelecektir. ama o eylemin icine girdigimiz ve onceden dusundugumuz seyi yapmaya basladigimiz zaman, o eylem varolacaktir; cunku artik gelecek degil, simdiki zamanda olacaktir."

XX

o halde su acik: ne gelecek zaman var ne gecmis; ne de 'gecmis, simdiki zaman, gelecek zaman diye uc zaman var' demek yerinde. belki soyle demek yerinde olur: 'uc zaman vardir: gecmistekilere iliskin simdiki zaman, simdikilere iliskin simdiki zaman ve gelecektekilere iliskin simdiki zaman.' cunku bu uc zaman zihinde vardir ve onlari baska yerde gormem. gecmistekilere iliskin simdiki zaman ani, simdikilere iliskin simdiki zaman bir anlik goru, gelecektekilere iliskin simdiki zaman da beklenti olarak vardir...."

seklinde dusuncelerini ifade etmis augustinus. fazlaca mi karistirmis, sacmalamis gibi mi gorunuyor biraz da?.. augustinus'un bolumu boylece bitiyor. bir dahaki alinti kitaptaki son isim, Heidegger'den olacak.

Etiketler: ,

uğur polat ve hüzün ve melankoli


adamın o kadar zarif bir duruşu var ki, onun hakkında olumsuz bir eleştiri yapmaya dilim varmıyor. sanki iyiliğiyle, duruşuyla, seviyesinden ödün vermemiş halleriyle, sesindeki masum ve naif kibarlıkla her neyi eleştireceksem; onu kapatıyor.
bunları onun hakkındaki tüm iyi niyetimi sergilemek ve onu aslında "takdir" ettiğimi daha iyi ifade edebilmek için yazıyorum sanırım.
uğur polat'ı ilk olarak yedi tepe istanbul'da izledim ya da salkım hanımın taneleri'nde. farketmez, ikisinde de oyunculuğunu yeterince beğendiğimi hatırlıyorum çünkü. ve bu ilk izlenim uğur polat'ı "iyi bir sinema oyuncusu" önkabulüyle izlemeye devam etmeme yol açtı. çok sonra farkına vardım ki, benim uğur polat'a iyi gözle bakmamın nedeni oyunculuğu değil duruşu, hal ve tavırlarındaki "edep"lilik, üzerine sinmiş olan o sükûnet hali, dokunsanız kırılacakmışcasına naifliğiymiş. bu etkilerden bağımsız düşündüğümde ve istanbul şahidimdir(dizi), ben ruhi bey nasılım(tiyatro oyunu), o da beni seviyor, karşılaşma ve filler ve çimen'de peşpeşe sayılabilecek bir düzende izledikten sonra uğur polat'ın sadece tiyatro yapmasının çok daha doğru olacağını düşündüm. seslendirme işini gayet ustaca yürüten bu insanın sinema oyunculuğunda nasıl bu denli zayıf kaldığını anlayabilmek oldukça güç. kendisi psikolojik derinliği olan rolleri oynamak istediğini ve yönetmenlerin de yüzündeki hüzünden dolayı bu tarz rolleri kolaya kaçarak ona getirdiklerini söylüyor ama bu bir durumun açıkça ifadesidir ki o da uğur polat zaten bunun dışında bir karakteri oynayamaz. buna en yakın örnek filler ve çimen'deki rolüdür. filler ve çimen'de oynadığı karakter, neredeyse bir mafya elemanı konumundadır. karanlık işlere bulaşmış bir otel sahibinin her an karanlık işlere bulaşabilecek oğlunun arkadaşı ve hatta sevgilisidir. yeri geldiğinde adam döven, gerektiğinde bağıran, sert çıkan; bulunduğu ortam gereği öyle olması gereken bir tiptir. ve fakat bize bu izlenimi veremez. çünkü o, uğur polat'tır ve rolle uyuştuğu tek yan -eşcinsel de olsa- yaşadığı duygusal ilişkidir. o rolde uğur polat'la örtüşen nokta budur. ben ruhi bey nasılım'da ruhi bey'i yorumlayışı da yine kendi bakış ve hissedişi doğrultusunda olmuş ve belki biraz abartılı bir oyun sergilemiştir bizlere. yanlış hesaplamadıysam, polat'ın 12 sinema filmi var. evet pek fazla filmini izlemediğim açık ama uğur polat'a giden rollerin genelde benzer ruh hallerine ve benzer karakterlere sahip olmaları da bir göstergedir bence. aslında bu yazıyı uzun süredir elimde olmasına rağmen hala izleyemediğim dar alanda kısa paslaşmalar'ın ardından yazmam daha doğru olurdu zira uğur polat'ın oradaki rolü u.p. klasiklerinin dışında kalıyor gibi. okuduğum kadarıyla tabii.
uğur polat'ın zarifliği ve naif hali onun en büyük dezavantajı bence. bir mafya elemanının ya da köyde yaşayan birinin ya da bir katilin ya da acımasız bir babanın ya da kötü bir kocanın her hal ve şartta aynı şekilde konuşmasının mümkün olmayacağı gibi; uğur polat'ın da bu zarafetle benzer rollerin üstesinden gelemeyeceği kesin.

Etiketler: ,

Çarşamba

peace of mind

photobyzamansız
"eğer huzurunuz yoksa, hiçbirşeyiniz yoktur."
dedi alfie adlı filmde, alfie adlı karakteri oynayan jude law.
ya da orijinal ve daha kapsamlı haliyle:
"My life's my own. But I don't have peace of mind. And if you don't have that, you've got nothing."
çok özellikli bir ifade değil evet, hepimizin zaman zaman aklından geçen-geçebilecek olan bir tespit. hani kitap okurken altını çizersiniz ya kimi cümlelerin; kimi zaman yeni bir şey olduğu içindir kimi zamansa tam sizden... yeni değildir, zaten sizin için, varolmuş bir ifadedir ve onu orada görmek iyi gelir, işte bu dersiniz. ben de bu şekilde altını çizmiş oldum zaten bildiğim bir cümlenin.
ama," herşeyim var ama huzurum yok" diyecek bir insan da tanımıyorum aslında. çünkü huzursuzluk da bir eksikliğin getirisidir. sahip olamadığınız bir şeyler vardır eğer huzurunuz yoksa. yine de son-uç huzur'dur ve önemli olan ona ulaşmaktır.

Etiketler: ,

Salı

zaman kavramı II



Augustinus
itiraflar


XV
...eğer zamanı anlamak istersek, şimdiki zaman diye, yalnızca -en küçüklerine değin- hiçbir parçaya ayrılamayacak o noktaya diyebiliriz. ama o da gelecekten geçmişe öyle çabuk uçar ki, bir süreç içinde yayılması olanaksızdır. çünkü eğer yayılsa geçmişe ve geleceğe bölünür; oya şimdiki zamanın hiçbir yayılımı olamaz. o halde "uzun" diyebileceğimiz zaman nerededir? yoksa gelecek zaman mı? ama biz o uzun olduğu için ona uzun diyemeyiz, çünkü uzun olacak olan şey henüz yoktur; "uzun olacak" diyebiliriz. ne zaman uzun olacak? gelecek olarak olacağı zaman mı? bu durumda uzun olmayacaktır; çünkü henüz olmayacaktır ki "uzun" olsun. yoksa henüz olmayan gelecek zamandan olmaya başlayacağı zaman ve uzun olabilecek şey olabilmesi için şimdiki zaman haline geleceği zaman mı? yukarıda söylediklerimizden çıkan şu: Şimdiki zaman uzun bir zaman olamaz.

XVI
yine de, zaman aralarını algılıyor, aralarında karşılaştırp kimine daha uzun kimine daha kısa diyoruz. hatta o zamanın ne denli uzun ya da daha kısa olduğunu ölçüyoruz ve şunun iki misli, üç misli olduğunu, bunun onun kadar olduğunu söylüyoruz. ama biz onu algılamakla ölçtüğümüz zaman, geçen zamanı ölçüyoruz, oysa artık varolmayan geçmiş zamanı ya da henüz olmayan gelecek zamanı, varolmayan şeyi ölçebileceğini söylemeye kalkacak biri dışında, kim ölçebilir? demek ki, zaman geçtiği zaman algılabilir ve ölçülebilir, oysa geçince bu olanaksızdır, çünkü yoktur artık.

Etiketler: ,

Cumartesi

şimdi yer vereceğim 'zamana dair' metin daha önce bahsettiğim ve içinden alıntı yaptığım bir kitaptan: Zaman Kavramı. daha önceki bahsi, eski zaman metinlerinde geçtiği için kitabın künyesini tekrar yazmakta fayda var. kitap imge yayınlarından ve aristoteles, augustinus ve heidegger'ın zaman üzerine yazdıklarından bir derleme. ben aristoteles'in Fizik'inden yapılmış bir alıntıyı almıştım buraya. bu kez augustinus'a ait bölümden -şimdilik- bir paragrafı yazacağım. daha önce de belirtmiştim ama yinelemekte mahsur yok; kitap, zaman kavramıyla özellikle felsefeye konu olan haliyle ilgileniyorsanız, fazlasıyla keyif verici, çabucak tükeniveren bir kitapçık.

"Nitekim zaman nedir? kim bunu kolaylıkla ve hemen tanımlayabilir? kim onu sözcüklere dökecek denli, en azından düşünceyle kavrayacak? ama konuşma sırasında, zamandan daha yakın ve daha bilinir birşey söyleyebilir miyiz? ondan söz edince kesinlikle onu anlıyoruz, bir başkası ondan sözedince de gene anlıyoruz? öyleyse zaman ne? eğer hiçkimse bunu benden sormasa biliyorum; ama soran kişiye açıklamak istesem bilmiyorum. gene de kesinlikle şunu söyleyebilirim: hiçbirşey olmamış olsaydı, geçmiş zaman olmazdı; hiçbirşey olacak olmasaydı gelecek zaman olmazdı; hiçbirşey olmasa şimdiki zaman olmazdı. o halde şu iki zaman, -geçmiş ve gelecek- geçmiş artık olmadığına göre, gelecek de henüz olmadığına göre, ne biçimde vardır? yine şimdiki zaman eğer hep şimdi olsaydı, geçmişte kaybolmasaydı, artık 'zaman' olmazdı, bengilik olurdu. o halde 'şimdi'nin 'ne zaman' olması için geçmişte kaybolması gerekiyorsa, hangi anlamda ona "vardır" diyebiliriz? madem ki varolmasının nedeni varolmayı bırakması oluyor, bu durumda varolmamaya gittikçe 'zaman' olduğunu söylememiz doğru oluyor."

Bu bölüm, kitaba, Augustinus'un İtiraflar'ından alınmış. bölüm 14. Kitabı Saffet Babür çevirmiş. ayrıca elimdeki kitabın mayıs 1996(1.) baskısı.

Etiketler: ,

Cuma


ev cini'nin "gayri ciddi kuğulu park gezisi"ni izledikten sonra ben de dayanamadım; ondan bir kaç gün önce kuğulu parkta çektiğim fotoğraflardan birini "sergilemek" istedim. bu ördek miydi kaz mıydı acaba.. her neydiyse, diğerlerinden ayrı, bambaşka bir havada, umarsızca duruyordu "ev"inin önünde. sanki o kulübe sadece ona aitti, bir de püsküllü belası güvercin kulübesinin tepesine yerleşmeseydi.. aksi ve o yüzden arkadaşı olmayan bir tipti sanki; bana da huysuz huysuz bakıyormuş gibi geldi, her an tersleniverecekti sanki ne bakıyorsun diye. peşpeşe epey fooğrafını çektim.
kuğulu park kimileri için (belirttikleri gibi) havuzumsu bir su birikintisi ve aksesuar olarak bir kaç kuğu belki ama klişe bir ifadeyle insan için bir yerin değerini belirleyen yaşanmışlıklardır en çok. orada yaşanmış; giriş gelişme sonuçtan oluşan anılar değildir ille de gereken, bir bütünün tamamlayıcı parçalarındandır değer verdiğimiz mekanlar, hayatımızda düzenli bir varoluşa sahip olmalarıdır onları anlamlı kılan. kuğulu parka hiç gitmemiş, içine girip oturmamış, kuğuları ya da ördekleri seyretmemiş de olabilirsiniz ama otobüsünüz hergün önünden geçiyordur. ve bu bile kuğulu parktan (ya da x bir yerden) bahsedildiğinde içinizin kıpırdamasına yol açabilir bir gün.
bu arada diğer fotoğrafları inceledim de, gaga yapısından anlaşılan bu bir kazmış.

Etiketler:


"dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. tutunacak birşey olmadı mı insan yuvarlanır. tramvaylardaki tutamaklar gibi. uzanır tutunurlar. kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. çocuklarına tutunanlar vardır. herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. gülünçlüğünü farketmez."

fotoğraf 14 şubat 2005'te Gazze'de çekilmiş. ateşkes insanların hergünkü gibi ölmeye devam etmelerini engellememiş. yahudi yerleşimciler harekete geçmiş-ya da geçirilmiş- bir taraftan da. bu kadın da ateşkes anlaşması gereği cesetleri teslim edilen filistinli "militan"lardan birinin yakını.. belli ki tutunmaya ve korumaya çalıştığı bir hayat, o hayatı sağlayacak olan bir vatan var.

alıntıysa Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ından..

Etiketler:

Çarşamba

bugün statcounter'ın sağ alttaki sayacına bakıp da bariz bir ziyaretçi artışı görünce şaşırdım doğrusu. sonra ziyaretçilerin izlediği patikaları izlemek istedim ve gördüm ki bugünkü velinimetim google imiş.
bazen çok ilginç şeyler çıkıyor bu search kelimelerinde; aslında ilginç olan, sizin yazdıklarınızla hiç alakası olmayabilen ifadelerin insanları size ulaştırması.

bugün google'dan ağıma düşenler şu kelimeleri kullanmışlar:
-grup dinmeyen
-başka bir grup dinmeyen daha ama bu tırnaklı
-attila ilhan'ın çocukluğu
-nurgül yeşilçay ve bebeği
-zaman üzerine alıntılar (işte bu çok isabetli olmuş. arkadaşı tebrik ediyorum)
-çocuklar için zaman
-yaratığa dönüşen kız

aslında bugünküler çok garip değil, bir şekilde bahsettiğim şeyler, nurgül yeşilçay'ın "bebeği" ve attila ilhan'ın "çocukluğu" bir de dönüşme hikayesinin "kız" tarafı hariç. geçmişten kalma bir iki örnek de vereyim: mesela "fıstık gibi oyunlar" ya da "sindi bebek oyunu" ya da "vahşet sahneleri". bu arada vahşet sahnelerinin öyle çok fanı varmış ki şaştım kaldım, millet harıl harıl vahşet sahnesi arıyormuş nette. o da gizli bir tür zevk objesi oluyor heralde, anlayamadım. daha neler çıkıyor da işte bunlar yeter şimdi. biz edip cansever okuyalım biraz. ben ruhi bey nasılım*'dan "acaba":

dönelim
döndürsün bizi
kalbin akıp giden bulutlara benzeyen sesi
yağmursuz bir yağmura açılmış kapılardan
ve akılda kalan bir yokuştan
ve yalnız çocuklara özgü o sonsuz sinema koltuklarından
ve çocukluktan
dönelim
dönelim mi biz
gençlikten, oralardan
mutluluğu bir kabuk gibi saran mutsuzluklardan
dönelim mi acıya
acıya, büyük acıya
ve soralım mı acaba
ey büyük yalnızlık! insansan eğer
bir kaya
dalgalar yalarken onu
o bakarken kaskatı kalabalıklara
dönelim
ya da dönsek mi acılardan da
ah, kalbin bulut bulut akan sesi.

bütünüyle bir semte benziyor Ruhi Bey
binlerce, onbinlerce kedinin hep birden kımıldandığı
kedilerden örülmüş bir semte
ve soğuk bir tuvalde yerini bulamamış renkler gibi
soğuk ve ayakta tutan çelişkileri
bir görünümden bir başka görünüme kolayca sıçranan
herşeyin, ama herşeyin çok dıştan farkedildiği
eh belki de bir satır fazlalığı ya da bir satır eksikliği
belki de genç bir şairden ödünç alınan

yürüyor mu, yürümeyi mi düşünüyor Ruhi Bey
düşünmesi daha mı sonra koyuluyor yola
nereye gidecek ama, nereye varacak sanki
yoksa bir oyun tadı mı buluyor bunda
oyundan atılmaktan korkmayan bir oyuncu gibi
boşvermiş de sanki oyunun kuralarına
üstelik son bölümde, perdenin kapanmasına
azıcık vakit kalmış
ya da vakit var daha. ama ne çıkar
gövdenin yazgıya başkaldırması mı
Ruhi Beyin başkaldırması mı yoksa

vaktinden önce anlamanın şaşkınlığı mı
vaktinde anlamanın sevinci mi
ya da biraz geç kalmanın
o gereksiz tedirginliği mi
hangisi

ama belli ki sonundayız her şeyin
en sonunda.

*Edip Cansever, Şairin Seyir Defteri, Ben Ruhi Bey Nasılım
adam yayınları

Etiketler: ,

Salı

uzun süredir aramadığınız bir insanı artık arayamazsınız ya hani, yani aramaya yüzünüz olmaz; ya da mesele başkadır karşı tarafla değil de sizinle ilgilidir. aramak gelmez içinizden belki, belki soğumuşsunuzdur artık. işte ikisinin arası birşey sanırım benimki.
ne yazacağımki'ler, yazabileceğim herhangibir şey için "ne gereği varki"ler... yazsam ne olacak ki'ler vs. vs...
@nicholas rigg
bir de bu üşengeçliğe ve soğumuşluğa ramazan mahmurluğu ve ardından gelen bayram yoğunluğu eklenmişse. hele bu sürece sorumluluklarınız iki katına çıkmış olarak girdiyseniz... bilgisayara sadece oyun oynamak için dokunmaya cesaret edebiliyorsanız. mail adreslerinize 2 haftada bir bakar olmuşsanız; msninizi hiç açmaz olmuşsanız; nete sadece çok acil aramalar için uğruyorsanız; kısacası hiçbirşeye, hiç kimseye kafa yormak istemiyorsanız, elinizi klavye tuşları üzerinde seri ve düzenli hareketlerle oynatmamanız çok çok doğal bir sonuçtur sanırım.
şu sıralar kendimi yeni şeylere tamamen hazırlıksız ve kapalı hissediyorum. uğraştırmamalı hiçbirşey. örneğin; konuşabildiğim, beni zorlamayan, bunaltmayan, ne konuşacağım derdine düşürmeyen insanlar hep yanımda olsun ama öbür tarafta kalanlar hep uzakta olsun. en azından şimdilik. "şimdi"nin süresi belirsiz.

not: bu yazının fonunda ruhi su vardı ve "yine bir gariplik düştü serime" isimli türküyü söylüyordu.

başkabirnot: son 1 haftada tim burton'un iki filmini izledim: 2003'e ait "big fish" ve 2005'e ait "charlie and the chocolate factory". çikolata tadı beklentisiyle izlediğim ve fakat o tadı alamadığım "charlie and the chocolate factory"den sonra, herhangi bir beklentim olmaksızın izlediğim "big fish" fazlasıyla tat kattı geceye. çikolata tadında değildi elbet ama zaten ben de çikolata tadı bulmayı ummuyordum; belki kestane şekeri... daha özgün ve nitelikli bir tat.

Etiketler: ,